Herkes biliyor Cohen’in Everybody Knows şarkısını...
Siyasetin ibişinin çıkarıldığı bir ortamın yazmaya sevk ettiği konu, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in alelacele İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi önüne getirilen ve onanan hapis cezaları. Bunun neden şimdi olduğunu herkes biliyor. Herkes biliyor Leonard Cohen’in Everybody Knows şarkısını...
Bugün bambaşka bir yazı tasarlamak gibi bir naiflik etmiştim. Naiflikten kim ölmüş? Zaman zaman nasıl bir hınç siyaseti dünyasında yaşadığımızı unutup yazacağım yazının temasını bir gün önce filan belirlemeye kalkıyorum. Çünkü birkaç gün boyunca evden çıkmamışım, kırmızı pancar turşusu yapmış, ekmek pişirmiş ve yoğurt mayalamışım. Bunları yapmanın bu kadar kolay oluşuna yeniden şaşırıp durmuşum. Üstelik arada da Asu Maro’nun Tuğrul Eryılmaz’la yaptığı güzel söyleşi kitabını okumuşum.
Eve yayılan mis gibi taze ekmek kokusunun neredeyse müsekkin gibi bir etkisi olduğunu fark etmiş, buradan fırıncıların genellikle sakin, pembe yanaklı ve mütebbessim oldukları gibi saçma çıkarsamalara yürümüşüm. Orada da durmamış, çok sevdiğim akademik hayatın kurumsal kısmı sona erdiğinden bu yana keşfettiğim şeylerin çeşitliliği ve güzelliğine dair düşünmüş taşınmışım. Envaiçeşit ekmeğin rafları süslediği Alman tarzı bir dükkan açıp adını da -sekiz derslik Almancamla- Freie Frauen Bäckerei und Cafe (Özgür Kadınlar Fırın ve Kafe) koyma fantezileri filan kurmuşum. Sonra akademinin o son derece yanıltıcı ve yanılsamalı özgürlük hissiyatı uğruna, pancar turşusu basitliğinde bir hayatı ve küçük sevinçleri yirmi küsur yıl ıskalamış olmanın hüznünü ölçüp biçmişim. Yazayım bunları demişim. Pek tabii ki hiçbirini yazamamışım...
Zira geçtiğimiz günlerin sevindirici AİHM kararı karşısında jet hızıyla vaat edilen “karşı hamlenin” yapıldığını, “işin bitirildiğini” ve Selahattin Demirtaş’ın özgürlük ihtimalinin çıra gibi yakıldığını görmüşüm. Ne fırını, ne açması, ne böreği... Olsa olsa o şuursuz fanteziden, Özgür Kadınlar Fırın ve Kafe adlı bir kara komedi çıkarırım ben...
Kısacası o hayallerden sıyrılıp uyanmış ve kalbimi sıkıştıran bir adaletsizlik olarak Aysel Tuğluk’un, Gültan Kışanak’ın, Figen Yüksekdağ’ın, Sebahat Tuncel’in ve adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz diğer pek çok kadın siyasi tutuklunun durumunu düşünmüşüm. Yazıp çizdiklerimden de, pancar turşularından da, eve yayılan mayalı ekmek kokusundan da ayrı ayrı hicap duymuşum. Gücü ve iktidarı elinde tutanların erkek olan kısmında hicap duygusu olmadığını çoktan öğrenmiştik zaten, orada anlaşılmaz bir durum yoktu. Fakat “hicap” diye diye sürdürdükleri “mücadeleye” bir hak talebi olarak her daim destek verdiğimiz ve bugün siyasi iktidar alanında sapasağlam birer konum edinmiş olan hemcinslerimiz yerine hicap duymak da bize düşüyor... Aysel Tuğluk onların mücadelesini, bir insan hakkı ihlali olarak tanımlayan ve yüksek sesle destek veren isimlerden biriydi. Gültan Kışanak da öyle.
Başörtüsü mağduriyetini dillerine pelesenk edenlerin ilk mağdur ettikleri de bu mücadeleyi bir hak mücadelesi olarak gören kesimden siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler ve diğer kadınlar oldu. Kendilerine bu mağduriyeti yaşatan kesimlerle “kusursuz” bir ittifak ise tam gaz sürüyor... Aysel Tuğluk’a, Gültan Kışanak’a ve diğer kadınlara reva görülen zulüm üzerine iki satır yazan AKP’li bir yazara rastladık mı hiç? Ne rastlayacağız; soru mu şimdi bu? Dedim ya, naiflikten kim ölmüş...
Böylesine düşükleşmiş bir siyaset ortamında, böylesine “iş bitirici” bir gündem basıncı altında ne bildiğin biçimlerden farklı ve basit bir varoluş ya da özgürlük fantezisi kurabilirsin, ne de yazı filan tasarlayabilirsin. Olsa olsa yeni bir yazı konusu önüne düşer ve kendini sana çalakalem yazdırmayı tasarlar...
Siyasetin ibişinin çıkarıldığı bir ortamın yazmaya sevk ettiği konu, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in alelacele İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi önüne getirilen ve onanan hapis cezaları. Bunun neden şimdi olduğunu herkes biliyor. Herkes biliyor Leonard Cohen’in Everybody Knows şarkısını... Bizi bağlamayan AİHM kararının cevabı olarak geldi bu onama. Gelişini de hiç gizlemedi zaten. Demek ki AİHM kararı aslında bağlıyormuş. Üstelik çok da zavallıca bir pozisyona sürükleyerek bağlıyormuş... Kör gözüm parmağına bir bağlama. Aslında kıskıvrak bağlanan da Demirtaş ya da Önder değil. Adaletin eli ve kolu bağlanıyor. Bir kez daha geçmiş olsun. Tasarladığım yazıyı yazamadığım gibi, bu denli düşükleşmiş bir siyaset seviyesi ve açık hukuksuzluk karşısında bir şeyler söylemeye de çok mecalim yok doğrusu. Selo Başganımın okusaydı üzüleceği mecalsizce yazılmış bir yazıya da gerek yok şimdi. Biliyorsunuz üzgünlüğü ya da yılgınlığı sevmiyor. O içeride sapasağlam dururken, kimsenin dışarıda onun namına umutsuz umutsuz yazıp konuşmaya da hakkı yok ayrıca. Bunun yerine ben Selo Başgan’ın da -izleyebilse çok seveceğini düşündüğüm- bir filmden söz ederek bitireyim.
Film Diyarbakır’ın küçelerinde geçiyor. Selo Başgan o küçeleri çok özlemiştir eminim. Diyarbakır’ın küçeleri insanın aklında, belleğinde, ruhunda yer eder çünkü. O dar sokakların ve o taş karası evlerin ruhunuza işlemekten başka bir şansları da yoktur zaten. Öylesine daracıktır ki o sokaklar, bir evin diğerine yakınlığına her görüşünüzde yeniden şaşırırsınız. Yüzlerce yıl evvel o geniş, o sonsuzluk hissi vererek dümdüz yayılıp giden arazide, bu evleri bu sokaklarla ve birbirleriyle bu denli iç içe geçirecek ne vardı acaba? Ama aslında cevabı bilirsiniz de... O sokaklar insanın zalım bir sıcağa, -sadece bir ya da iki ay sürüyor olsa da- zalım bir de soğuğa karşı birbirini gölgeleyişi, birbirine sarılışıdır. İnsanın ayrıca dünyanın bütün zalımlarına karşı birbirine sokuluşudur o evler ve o sokaklar. Diyarbakır’ın siyah taş küçelerine kurulu siyah taş evler. Bazalt taşından evler. Diyarbakır’ın kalbinden vurulmuş, ölmüş ve yaralanmış büyük zenginliği, kara talihi... Filmimiz illaki o taş küçeleri göstermesi gerekmeksizin hem de, zihinsel olarak o küçelerde geçiyor. Neyse işte, filmimiz “Arada” geçer, her şeyin arasında...
Arada, daha çok Gênco adlı filmiyle tanıdığımız Diyarbakırlı yönetmen Ali Kemal Çınar’ın son filmi. Ali Kemal Çınar Diyarbakır küçelerinden ve Diyarbakır Sinema Kulübü’nden yetişmiş bir isim. Bilen bilir o küçelerde de o kulüpte de esasen insan kendi kendini yetiştirir... Tahir Elçi gibi yetiştirir, Selahattin Demirtaş gibi yetiştirir. Ali Kemal gibi yetiştirir.
Arada filmi, dünyaya gelmezden bile evvel içine gürül gürül girilmiş bir dilin, yedi yaşında, okulda duvara çarpması, yok sayılması, resmi dil karşısında cehaletin ve giderek utancın dili olarak kodlanması sonucunda yaşanan ve başka travmaların eklenmesiyle gitgide büyüyen bir yarayı anlatıyor. Dil yar(ılm)asını. Sessiz, hareketsiz ve aslında hayatsız bırakan bir yarılma. Film -bir yandan tümüyle bir metafor olarak da düşünülebilecek- böyle derin bir yarılmayı, mizahtan da hiç vazgeçmeyen “sıradan bir deneyim” sadeliğiyle anlatıyor. Küçelerden yetişenlerin birbirlerinin travmasına yetişmeye, yetmeye çalışmasının hikayesi...
Hayatın basit ve sıradan güzelliklerinin tadını çıkaracağımız günlere kadar, başka başka hallerini izleyeceğimiz çok açık olan hikayelerden biri. Başım gözüm üstüne... Hem yaralanacağımızı hem de yaralarımızı iyileştirmeye yeteceğimizi “arada” bırakarak bile olsa umut ettiren bir hikaye.
Onlar şimdilik iş bitirsinler. Asıl hikaye bizde...