Seri politik yanlışçılık
Yazardan herkese her inanca saygı sevgiyle yaklaşmasını beklemiyoruz. Ama ama “Bir rahibenin donu kadar ciddi görünüyordu” benzetmesi bize hangi yeni bakış açısını kazandırıyor ya da karaktere ne katıyor ya da karakterdeki hangi özelliği imliyor?
Az mı çok mu takı taktığınızdan emin değilseniz birini çıkarın. Murat Menteş’in Antika Titanik romanını elimize alırken, modanın bu en klişe kurallarından birini ışıklı tabelaya yazdırıp duvarımıza asacağız. Sonra da Sterne’in “Böyle kelime oyunları yapan yankesicilik bile yapar” sözünü bastırdığımız tişörtü giyip, öyle okuyacağız romanı.
Yeni Titanik’te gerçekleşen bir katliam sahnesiyle açılıyor Antika Titanik. 2222 yolcu, kılıçlarla baltalarla kamalar oraklarla birbirini deşiyor. Ben böyle fakir fakir özetliyorum ama yazar bu sahneyi edebiyatının bütün kuvvetiyle anlatma ve okurunu daha ilk sayfadan yere serme gayretiyle canhıraş atılıyor; “Halüsinasyon gören Haçlı ordularının huşu yüklü cinnetiyle atılıyorlar”, “Yaydan fırlayan yamyam motivasyonuyla hücum ediyorlar”, “Kraliyet düğünü pastası gibi görkemli transatlantiğe, cehennemin zıkkım sosları dökülmüş, lüks döşemelere yayılmış”… Yazar sahneyi tasvir etmiyor; katliam Titanik’te oluyor ama neresinde nasıl cereyan ediyor söylemiyor; vuruyor sopalıyor orakla biçiyor kafasını yarıyor gibi genel geçer tanımlamalar dışında kim nasıl ölüyor orayı da önemsemeden geçiştiriyor. Haliyle bir resim olarak canlanmıyor sahne okurun kafasında. Duygusal bir tepki vermemizi sağlayacak kadar dahi karakterleri de bilmediğimiz için. Tanımlamaların ve sıfatların gücüne sığınıp okuru, kelimelerle ittirmeye başlıyor. Saldıranları zombiye benzetiyor mesela; ama gündelik dilde herkesin yapabileceği bu benzetme ona yeterli ve özgün gelmeyince (illa ki) üstüne bir küpe daha takıyor; “kuduza yakalanmış zombi çevikliğiyle saldırıyor”. Titanik’i bir mücevhere benzetmekle durunamıyor, o kadar sıradan o kadar vasat ki mücevhere benzetmek, Bizans hançer koleksiyonuna benzetiyor, hem de mücevherlerle bezeli hem de müzayede vitrininde siyah kadifeye dizilmiş! Ne kadar çaresiz durumda olduğunu Gordion düğümüyle tarif etmek kesmiyor; üstüne gemici düğümü attırıyor bir de hediye fiyongu yaptırıyor. Her köşe başındaki bujiteride bulunan küpe ve kolyelerle yaratıcı kombin yapmanın yolu; üst üste takın!
Hikayenin oturduğu gerçeklik söz konusu olduğunda da; üst üste takın! Bilimkurgu donelerini de CNN gibi şimdi şu anda televizyon kanalını da kırk bir milletten insanı da markalardan türetilmiş isimlerle arşa kadar yabancılaştırılmış karakterleri de yığdıkça yığıyor Menteş. Havalanıp uçmuyor roman şimdi’den; olduğu yerde zıplayıp havada kaldığı anı edebi bir özgürlük sanıyor. Bu özgürlüğü Amerikan kara polisiyesinin maço diliyle kanırtıp, seri politik yanlışçılığının kılıfını buluyor.
Ya da; önümüze gelene bir tekme! Ben-anlatıcı, hayatının aşkıyla ilk karşılaşmasında ergen Mike Hammer edasıyla flörte girişiyor “Senin zarafetine şapka çıkarmak, seksiliğine pantolon çıkartmak için”. Hayatının aşkı bu açık tacize “Cüretkarlığınızla beni rencide ediyorsunuz” kibarlığıyla cevap veriyor. Bu büyük bu gerçek bu ulvi aşkına bunu yapan başkasına ne yapmaz tabii. “Dahası, seks rekortmenleri almanağının kapağında fotoğrafını görsem şaşırmayacağım bu kadın… bakire miymiş?...”.
“Galiba porsiyonlar büyük görünsün diye cüce garson çalıştırıyorlar”. Hem dürtükleyici bir politik yanlışçılık hem kelime oyunu hem de espri; bir vuruşta yedi can! Öyle işlevli geliyor ki bu mevzu ona, tek cüce esprisiyle yetinemiyor, içinde kalacağına romanda kalsın hep beraber gülelim paylaşımcılığıyla; “Aralarında bir de cüce var. Gözleri felfecir okuyor. Kıçlara fısıldayan adam”, oralarda bir yerde osuran basketbolcuyla aynı asansörde kalan cüce çaresizliği betimlemesi de olacak Adolf ben elimi sürmek istemiyorum sen getiriver. Kitlesel politik yanlışçılığın en güvenli limanı sonra; eşcinseller. “Onların hislerini anlıyordum, çünkü vaktiyle kazandığım bir iddia üzerine, kayınpederim, New York’ta geylerin Onur Yürüyüşü’ne katılıp tanga giymişti”. Bir benzetme; “Zilzurna şarhoşken kafasını kazıtıp, avret mahalline dövme yaptıran tipler gibi ‘Okey birader’ deyivermiştim”. Bir başka karakter anlatıcının ağzından “Porno diyarındaki lezbiyenler kilisesine mensup”.
Tanrı kimseyi edebi bir metinden politik doğruculuk bekleme sığlığına düşürmesin de. Bu politik doğrular kesildikten sonra yediğimiz eti de bi tartmak lazım. Orhan Kemal, türlü din mezhep ve etnisiteden insanların bir arada yaşadığı Çukurova’nın işçilerini topraksız köylülerini de politik doğruculuk suyuna batırıp sterilleştirmez. Fakat romanların çok sesliliği, karakterlerin birbirini ezip üstünde tepinmesini engeller ve yazarın karakterin etnik, dini, bedensel her türlü aşağılamanın karşısında durduğunu anlarız. Antika Titanik’te hakarete uğrayanlar aşağılananlar konuşmuyor. Sadece diyalog düzleminde değil; ideolojik olarak da romanda sessizleştirilip kolay birer hedef haline geliyorlar. Yazarın çeşitli karakterlere kah benzetme kah espri amaçlı aşağılattığı bu kesimlerin gerçek hayatta da kolay hedef olması bir tesadüf mü peki?
Yazardan herkese her inanca saygı sevgiyle yaklaşmasını beklemiyoruz. Ama ama “Bir rahibenin donu kadar ciddi görünüyordu” benzetmesi bize hangi yeni bakış açısını kazandırıyor ya da karaktere ne katıyor ya da karakterdeki hangi özelliği imliyor? Hiç. “Suratıma öyle putu s.kilmiş Mecusi gibi bakma” cümlesinin, 'en aşırı benzetmeyi ben yaptım’ın ötesinde hangi felsefi ya da edebi ihtiyaca karşılık verdiğini bir hesaplamak gerekiyor tekmeleri savururken.
Baş karakterimiz öyle feci bir insan ki ağzından sadece bunlar köpürüyor desek. Camiye girdiğinde ceketini ilikleyip siz’li biz’li konuşmayı da becerebildiğini görüyoruz “Ellerimi kavuşturdum, Allah’a, resmi bir fısıltıyla hitap ettim”.
Felsefeli roman da diyor bazıları Antika Titanik için. Hayat bir kumardır ve kasa her zaman kazanır civarı soyutlamalara felsefe diyeceksek sorun yok; “Hayat bir oyundur. Kumar ise ayin. Oyunda kendinden kaçarsın. Ayin ise kendine getirir” satırlarını da felsefe sayabiliriz o takdirde. Ama romanda çok felsefe alıntısı var, doğruya doğru. Rüşvetle bir sıkıntısını halleden ben-anlatıcımız felsefe bilmekle kalmaz felsefi espri bile yapar “Parayla halledilebiliyorsa, mesele değildir. Bu da benim Komünist Manifestom. Karl Marx görse ‘Çak bir beşlik’ derdi”. Ben çakamayacağım.
Yoksa romanda Pascal, Aristoteles, Hegel, Wittgenstein alıntıları cirit atıyor. Bu alıntıların bir kısmı “Bu diyarda da katı olan her şey buharlaşıyor. Taş yürekler hariç” tipinde Facebook profil laflarına dönerken daha ağırları “Özgürleşmek için bağlandığımız ideolojilerden arınmadan özgür olamayız Şakira” ahahahaha. Böyle yağmur gibi “Hegel, evreni maddeleşmiş idea olarak görüyordu. Marx’a göre ise her harekete çelişki eşlik ediyor” diye başlayan paragraf çok değil birkaç cümle sonra “Manasızlığı keşfetmenin nesi tatminkar”a dönüyor. Açlık, gizli kölelik, sürdürülebilir sefalet vs vs tiradı, baş karakterimizin efkarlanmasıyla nihayet buluyor “Kavanoz dipli dünya”.
“…felsefe, zavallılığın işleme konulmasından ibaret. Bilim de saçmalığın ablukasını kıramıyor”. Ama ne; yazarımız felsefe biliyor alıntı da yapıyor sonra da hepsinin kuyruğunu alaturka bir hüzne, Orhan Gencebay’a bağlayıp muhtemelen okurlarına şahane felsefe parçalamış oluyor.
İyi okumalar diliyorum kendilerine.