YAZARLAR

Başkan yetmedi, ‘süper belediye başkanı’ da verelim

Son dönemde geçen bir dizi yasa başkanlık rejiminde bir eksen değişikliğine işaret ediyor. Merkez-yerel arasında bütçe ayrımı kaldırılıyor. Merkezi kaynaklar yerelleşirken, yerel projeler merkezileşiyor. Ve bu durum, kendine uygun bir idari sistemi de beraberinde getiriyor. CEO gibi yönetilecek başkanlık sistemi diye çıkılan yol, devasa bir belediyeye uzanıyor. Tek kafada iki şapka var: Patronlara ve dışarıya karşı ‘Başkan’, halka karşı ‘süper belediye başkanı’...

24 Haziran seçimlerinden sonra açıklanan ve bir ‘soğanı’ andıran başkanlık rejimi örgütlenmesi ilhamını, Necip Fazıl’ın ‘Başyücelik Devleti’nden alıyordu. 1951’de Büyük Doğu Partisi Ana Nizamnamesi’nde sunulan manifestonun esası, ‘halkın’ değil ‘hakkın’ seçtiği yüceler kurultayı ile onun reisinin liderliğine dayanıyordu. Silahlı gücün başkumandanı, adalet dağıtıcısı ‘Başyüce’ için kanun, subjektif yoruma dayalı, esnek bir nizamdı. ‘Başyücelik’, muhafazakar sağ siyasetin İslami kaideleri referans alan devlet ve toplum tasavvurunun ütopyasıydı. Soğuk Savaş kalıntısı bu ütopya, ‘realpolitik’le donatılmadığı müddetçe de kof bir hayal olarak kalacaktı…

Bu mitten yola çıkan Erdoğan, ihtiyaç duyduğu ‘realpolitiği’ inşa edebildi mi peki? KHK’lar, OHAL’in kalıcılaşması, tek imzaya tabi karar mekanizmaları, parlamentonun işlevsizleştirilmesi ve nihayetinde ‘anayasasızlaştırma’ süreci, yeni rejimin rotasını kesinlikle ele veriyor. Ama bunun ‘kurucu bir irade’ olduğu savunulabilir mi, orası tartışmalı. Yıkıcılık tamam da ya yerine yapılan?

Siyaset bilimcilerden hukukçulara, sosyologlardan gazetecilere geniş bir yelpazede süren bu tartışmayı burada özetlemek güç. Ama kabaca yeni rejimin kaderinin ‘zor-ikna’ kapasitesinde düğümlendiğini söylemek yanlış olmaz. Zira, ‘realpolitik’ saf gücü gerektirse de, nihayetinde uzun vadeli ömrü ikna kabiliyetine bağlı. Bu bakımdan yerel seçimlere giderken hızla atılan adımlar, seçmen popülizmi penceresinden bakıldığında yeni bir şeyler anlatmıyor olabilir, fakat, idari yapıdaki bazı köklü değişikliklerin, başkanlık rejiminin örgütlenmesindeki tıkanıklığı aşmaya dönük bir eksen değişikliği olduğunu da iddia etmek mümkün. Değişikliğin doğrudan ikna kabiliyetiyle, rejimin yumuşak karnıyla ilgili olması, güçlü bir ipucu…

***

Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu geçen hafta ilginç bir açıklama yaptı. “Keşke” dedi, “Tayyip Bey Cumhurbaşkanlığını bıraksa da bizim İstanbul adayımız olsa. O işi iyi yapıyordu. Hakkını veriyordu.” Bu sözler, Saadet Partisi’nin sık tanık olduğumuz esprili açıklamalarından birisi olarak kayda geçebilir. Diğer yandan bir gerçekliğe tekabül ettiği de muhakkak. Nitekim Erdoğan, kağıt üzerinde mükemmel bir ‘soğana’ benzese de, fiiliyatta ‘soğan cücüğü’ kadar örgütlenememiş başkanlık rejimini ete kemiğe büründürmenin zorluklarını fazlasıyla yaşıyor. Aile kabinesi, CEO mantığı, teknokrat kadro veya gecelik kararnameler hayatın olağan akışıyla çakışmadı, çakışmıyor. TÜSİAD’ın ve hatta kimi yandaş patronların serzenişleri artıyor. Mesela TÜSİAD yöneticisi Tuncay Özilhan, “Birçok yerde işler yürümüyor, her kademede kararlar bir üst merciye devrediliyor. İnşallah güçlü bir geleneği olan bürokrasimiz yeniden etkin bir şekilde çalışmaya başlar” diyor. İlginç bir sitem. Geçmişi bürokrasiden şikayetle dolu TÜSİAD, geleneksel bürokrasiyi mumla arıyor.

Vatandaşın rahatsızlıkları da birikiyor. AKP döneminde önüne daima bir ‘vaatler manzumesi’ konuldu. Olana güvenip, olacak olan üzerindeki iradesini gönül rahatlığıyla iktidarın icarına bıraktı. Nispeten istikrara kavuştuğunu düşündüğü konumunu muhafaza edebileceği garantisi verilen her türlü siyasi yolun da önünü açtı. Tek partiyse tek parti, başkanlıksa başkanlık… Kriz bu konformizmi alt üst ediyor. Siyaseten elini taşın altına koyarak sırtından attığını düşündüğü ekonomik yük, yeniden mönüye ekleniyor. Geçmiş iktidarların karanlığına gömüldüğü söylenen öcü, Bakan Berat Albayrak’ın laf arasına sıkıştırdığı ‘faturayı bölüşeceğiz’ önerisiyle tekrar diriliyor.

24 Haziran sonrasında çizilen başkanlık hayali bu dehşet dengesinde salınıp duruyor şimdi. Erdoğan patronları, dolayısıyla mevcut iktisadi rejimi korumak zorunda. Öte yandan vatandaşı alıştırdığı sistemi de sürdürmeli... Ne var ki, bürokratik, iktisadi, hukuki açıdan örgütlenemeyen, sadece kolluk gücünün tıkır tıkır işlediği başkanlık rejimi, kötü bir terziden çıkmış kıyafet misali sağından solundan sarkıyor. Kaba saba vücudun mahremiyetini örtebiliyor ancak, ona bir zarafet, incelik, estetik katmıyor. Kolayca dikişleri atacak gibi her an…

İşte Karamollaoğlu’nun ironisi, tam da burada Erdoğan’ın gerçekliğine dönüşüyor. Başkanlık rejiminin icra kabiliyeti belediyeler üzerinden örgütlenmeye, başkanlık makamı bir tür ‘süper-belediye başkanlığı’ ile de doldurulmaya çalışılıyor sanki. Doğal da… Erdoğan, vatandaşın nezdinde siyasi meziyetlerinin kökeninin nerelerden geldiğini biliyor. Lakin mesele sadece icraat değil. Meşruiyetle de ilgili.

***

Malum, hegemonya ‘zor’-‘ikna’ diyalektiğinde inşa edilir. Sağ siyaset hegemonyayı jeopolitikten devşirdiği ‘güç’ kavramıyla ilişkilendirerek, ‘zor’ ve ‘ikna’yı aynı mengeneye sıkıştırır. Siyasi haklılık, esasında güçle tesis edilmeye çalışılsa da, meşruiyet sorunu nihayetinde ‘ikna’yı mecbur kılar. Sorun da burada başlıyor zaten. Refah, adil bölüşüm, eşitlik, bireysel haklar vb. değerlerden uzak sağ siyaset, ne kadar dinselleştirmeye başvurursa vursun, toplumsal motivasyonu canlı tutabilecek, yani ‘ikna’nın ikamesi olabilecek somut tek bir açılıma sahip: Hizmet!

Sağ popülizmin ezelden ruhuna üflenmiş bu ‘hizmet aşkı’, Erdoğan’ın da siyasi söyleminin merkezinde yer alan ‘çelik çekirdek’tir. İnancın ve yalancı tarihin sabanına koşulanların günün sonunda yiyebileceği, giyebileceği, ısınabileceği, tedavi olabileceği bir vaattir o. Yönetmeyi ‘hizmetkar olma’, politikayı ‘hizmet’ etmeye indirgeyen retoriğin ekonomi politiği, oraya buraya çarpa çarpa yol almaya çalışan başkanlık rejiminin eline ayağına dolanıyor. Birinci mevkidekilere kamunun olanaklarıyla iyi hizmet sunmayı başarabilse de, üçüncü mevkidekiler için kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sonsuz. “Veren el, alan elden üstündür” vaazı yan etkisini gösteriyor.

Başkanlık rejiminin gözü, kulağı, yumruğu yerinde olsa da, Erdoğan’a bu ‘dehşet dengesi’nde dengeyi bir nebze sağlayacak bir el, bir ayak lazım. Hüküm dağındaki başkanlık makamı ‘zor’u maharetle becerse de, hizmetin ikna gücü ovalardaki mahallelerde, semtlerde, halka yakın noktalarda vücut bulabiliyor sadece. Siyasi CV’sinde hasımlarınca da parlak görülen belediyecilik tutkusunun ateşinin harlanması bu yüzden. Devlet Bahçeli’nin “Büyükşehirler düşerse, başkanlık rejimi de çöker” açıklamasının ajitasyonu aşan bir derinliği var çünkü.

Dolayısıyla son bir ayda üst üste Meclis’ten geçen yasal değişiklikler bu gözle de dikkatle incelenmeyi gerektiriyor. Aksi halde bir ucu Kürtlerin iradesine kayyım atama tehdidine, diğeri Erdoğan’ın belediye bütçelerine müdahale etmesini sağlayan yasaya uzanan hamleler, yerel seçim sınırları içinde açıklanabilir mi? Belediye bütçesi ile Başkan’a bağlı Strateji ve Bütçe Başkanlığı arasında doğrudan hat çekilmesi bir fikir verir herhalde. Aynı şekilde İlbank AŞ’nin yasasındaki değişiklikle de belediyelerin neredeyse bütün projeleri üstleniliyor. Çevre Kanunu ve bir dizi torba yasada yapılan düzenlemeler de benzer içeriklere sahip.

Özetle merkez-yerel arasında kaynak ilişkisi yeniden örgütleniyor. Bütçe ayrımı kaldırılıyor. Merkezi kaynaklar yerelleşirken, yerel projeler merkezileşiyor. Ve bu durum, kendine uygun bir idari sistemi de beraberinde getiriyor. AKP’nin başkanlık rejimini anlattığı belgesinde yer alan şu ifadeler önemli: “Yeni hükümet sisteminde üst düzey bürokratların cumhurbaşkanı ile göreve gelip, cumhurbaşkanı ile birlikte görevden ayrılması ilkesi yerel yönetimlerde de uygulanacak.”

İlginç bir tablo çıkmıyor mu karşımıza? CEO gibi yönetilecek başkanlık sistemi diye çıkılan yol, kolluk gücüne de sahip devasa bir belediyeye uzanıyor. Ve ‘Başyüce’nin başına iki şapka takılıyor: Patronlara ve dışarıya karşı ‘Başkan’, halka karşı ‘süper belediye başkanı.’ Muhteşem bir sonuç: Tek seçimle iki kuş!