Kadın beyanı karşıtlığında Dilipak aşaması
Kadın beyanının esas olması tıpkı masumiyet karinesi gibi tartışılmaz bir hukuk ilkesine dönüşmeli. Hangi hukuk ilkesi, hangi hukuk gibi güncel sorunlar bir yana eril şiddetle ve eril tahakkümle mücadele için kalıcı, etkin çözümlerden birisi kadın beyanını esas kabul eden hükümlerin tavizsiz uygulanması olacaktır.
Kadın beyanının esas olmasına itirazların yoğunlaştığı günlerdeyiz. Bu ilkeye karşı çıkanlar bir diğer hukuk ilkesine sığınıyor. Masumiyet karinesine aykırılık gerekçesiyle saldırıyorlar, kadın beyanı esastır ilkesine. Yüzeysel bakışla pek mantıklı bir gerekçe gibi… Peki, masumiyet karinesinin hukuk ilkesi olarak dayanakları neler? Hangi sosyal, siyasal, hukuki saiklerle masumiyet karinesi bir hukuk ilkesine dönüşmüştü? İnsanlığın var oluşundan bu yana mı uygulanıyordu bu ilke? Hayır.
Modern hukukun gelişim sürecinde ilk olarak ihtilal sonrası Fransız İnsan Hakları Beyannamesi'nde yar alır. Daha sonra taraf olduğumuz 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde ve yine taraf olduğumuz 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde yer almıştı. İç hukukumuzda ise 1982 Anayasası'nda yer verilmiş. Kamu otoritesinin, kamu görevlilerinin, yargı erkinin ve kamuoyunun karşısında, bireyi yani güçlünün karşısında zayıfı korumak ihtiyacı açıktır ilkenin gelişiminde. İnsan hakları hukuku sayesinde yasaların insanileşmesinin bir örneği olarak… Masumiyet karinesi/suçsuzluk ilkesi, soruşturma, kovuşturma ve yargılamanın her aşamasında geçerli olmakla birlikte temel amacı sanıkla ilk temasa geçen yetkililerin, o kişinin masum olabileceği ihtimaliyle sanığa yaklaşması, şeklinde izah ediliyor, biz ölümlülerin anlayabileceği dildeki hukuk metinlerinde.
Kadının beyanı esastır ilkesi de modern hukukun bireyi önceleyen gelişim çizgisi doğrultusunda, kadın bireyin eşitlenmesi amacıyla şekillenmiş bir kadın talebi. Yaygın karşı çıkışlar ve açık saldırılarla önlenmeye çalışılması aslında bu ilkenin gerekliliğine en güzel kanıt. Eril tahakkümü içselleştirerek hayat tarzı ya da felsefesi haline getirmiş kişilerin kadını ikincil görüp, itaat altına alma aracı saydığı şiddet politikasının açık yansıması olarak görülmeli bu saldırılar. Eril tahakkümün yargıda, kamuda, toplumda yaygın ve etkin varlığı karşısında şiddete uğratılan öznenin beyanının esas kabul edilmesi talebi, soruşturma ve kovuşturma aşamalarının sorunsuz başlayabilmesine yönelik. Yargısız infazla kadının beyanı doğrultusunda mahkeme hükmü talebi söz konusu değil. Devlet, yargı ve toplum Kerem Altıparmak’ın deyimiyle “kadın beyanı yalandır” yaklaşımına sahip. Eril şiddete uğratılanlar için yargıya başvurma, adalet arama yolunu olağanüstü zorlaştıran bu koşulları bertaraf etmeyi hedefler, beyan esası. Şiddet uygulamadığını ispat yükümlülüğü sanıkta olmalıdır ilkeye göre. Ve bu çerçeveyle baktığımızda tıpkı insan hakları hukukunun gelişmesine dayalı modern hukuk ilkesi, masumiyet karinesiyle benzeşir. Yaygın ve etkin eril zihniyet ve bu zihniyete dayalı şiddet karşısında kadınların kanun önünde eşitlenmesi için gerekli görülerek kadının insan hakları bağlamında şiddetle mücadele yollarının açılması için geliştirilmiştir. Yaygın eril şiddetle mücadelenin mümkün olması için baskın zihniyet karşısında şiddete uğratılan öznenin beyanı esas alınarak yargılama başlatılmalı, denmektedir. Şiddete uğratılan özne ifadesiyle, eril şiddetin tek kurbanının kadınlar olmadığı işaret edilir. Kadınlar, kız ve oğlan çocukları, engelliler, LGBTİ bireyler ve hatta erkekler eril şiddete uğratılmaktadır ve ifade hepsini kapsar. Yaygın olarak kadının beyanı esası şeklinde isimlendirilmekle beraber, eril şiddete uğratıldığını söyleyen her bireyin yargı tarafından beyanı esas kabul edilmeli öngörüsünü içerir.
16 Aralık Pazar günü yayınlanan bir yazıdan vereceğim örnek, konuyu biraz daha anlaşılır kılacaktır. Abdurrahman Dilipak ‘Şu “aile cinayetine” artık bir son versek’ başlıklı yazısında kadın beyanı esasını olumsuzlamak için bir örnek olay ele almış. Bu örneğin gerçek bir olaya mı dayandığı yoksa varsayımsal (farazi) akıl yürütme sonucu mu ele alındığı pek anlaşılmasa da konu cinsel şiddet. Bir patron ve çalışanı yer alıyor örnekte. Kadın yabancı uyruklu yani yasal haklarına erişme açısından en dezavantajlı kesimlerden. Dilipak’ın betimlemesiyle “Kız, patronun zaaflarını öğreniyor, ona göre yaklaşıyor. İcabında damat, oğul, ortaklardan biri, kim uygunsa ona yaklaşıyor. Bir tek beraberlik ardından kızda bir utanç, bir agresifleşme…” Her cinsel şiddet suçlamasında ilk söylenen bu “komplocu dişi” önyargısı, mafyanın şirket sahiplerine kurduğu tuzakla da renklendirilmiş. Gerçekte kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında yer alan kadın ticaretini işaret ediyor. Şiddet karşıtları, kadın ticaretiyle de mücadele eder. Örnekteki mafya ilişkisi bize hem kadın ticaretinin kurbanı hem de patronu tarafından cinsel şiddete uğratılmış bir kadın profili sunuyor. Üstelik yazarımız örneğinde hamilelik ve doğan çocukla DNA eşleşmesinden de bahsediyor. Ama yazara göre sorun olan şey “iş mahkemeye intikal ederse eşiniz dostunuz da duyacak” kaygısıyla failin sosyal itibarı. Her şiddet vakasında olduğu gibi suçun faili ve saygınlığı, fiilin suç olduğu gerçeğini gizlemek için önceleniyor. Sanık itibar yanında mal/servet kaybedecek, mevcut çocukların yanına bir yenisi daha gelecek ve bu sorunların yanına bir de milli servet kaybı eklenerek, okurları nezdinde haklılığını(?) bir kez daha perçinlemiş yazar. Ve tüm bunlar sırf kadın beyanı esas sayıldığı içinmiş! Kadın beyanı esasına saldırmak yerine o patronun uçkur zaafını suç sayması için kaç kez “bir kerelik beraberlik” hafifsemesiyle meşrulaştırdığı cinsel saldırı gerçekleşmesi gerektiğini, insan hakları savunucusu, İslamcı ağır abi, başka bir yazısında lütfedip açıklar belki. İşte tam olarak bunun için kadın beyanı esas olmalı.
Hukukumuzda kadın beyanını esas alma ilkesi tam olarak bu biçimiyle yazılmış değilse de mevzuatta yeri var. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 kadın beyanıyla koruma ve tedbir kararı mekanizmalarını harekete geçirmeyi amir hükümler içeriyor. Benzer şekilde Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) beyan esasıyla hizmet vermekle yükümlü kılınmış halde. Uygulamanın yasa ve sözleşmeye ne derece sadakatle gerçekleştiği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber bazı hukukçular, mevzuattaki bu hükümlerin beyan esası ilkesinin yansıması olduğu görüşünde.
Beyan esası aynı zamanda soruşturma, kovuşturma ve yargılama aşamasında şiddet mağdurlarını ikincil mağduriyetlerden korumak için de etkili. Tek merkezde ifadelerin, kadın görevliler, sosyal görüşmeciler eşliğinde alınması yoluyla ardıl travmaların önlenmesini öngörüyor, İstanbul Sözleşmesi ve şiddetle mücadele kanunu hükümleri. Bu açıdan da beyan esası ilkesinin gereğine uygun, mevzuat… Yine hukukçular tarafından kadın beyanının esas olması ilkesinin bir diğer yönü olan ispat yükümlülüğünün sanıkta olması, iş kanunu ile ilişkilendirilerek açıklanıyor. İş kanunu, haksız işten çıkarılma davalarında ispat sorumluluğunu işverene yüklemiştir, davacı işçiye değil. Örneğin yıllık izin kullanmadığı iddiasında bulunan işçi karşısında işveren elindeki belgelerle kendi iddiasını ispatlamak zorundadır. Çünkü kayıtlar kendisindedir. İşçinin iddiasını destekleyecek belgelere ulaşması mümkün olmadığından davalar işçi beyanıyla açılır ve işverenin karşı iddiasını ispat etmesi beklenir. Eril şiddette, şiddet faili, fiiline ilişkin delilleri gizleme, karartma imkanı olan taraftır ve dolayısıyla ispat yükümü sanıktadır. Kadın beyanının esas olması aynı zamanda suç sayılan fiilin, somut olayla ilişkisi olmayan, mağdura ait kişisel özelliklerin söz konusu edilerek suçun görünmez kılınmasını önlemek için de gerekli. Anılan sözleşme ve kanun bu konuda detaylı açıklamalarla fiil ile mağdurun kişisel özelliklerinin ilişkilendirilemeyeceği yolunda geniş hükümler içerir.
Bu konuyu daha iyi açıklayabilmek için yine aynı yazarımızın aynı yazısından bir başka örnek olayı aktarmak istiyorum: “Bir doçent, bir üniversitede, geç vakit koridorda elinde sigara ile giden öğrencisine ‘bu ne hal kızım elde sigara şu kıyafete bak’ diyor…” Olayda öğrenci, rektörlüğe taciz suçlamasında bulunmuş, ilgili kurul kararıyla tacize hükmedilmiş. Ancak hükmün gerçek sebebi o doçentin rektöre oy vermeyişi imiş, yazarımıza göre. Tecavüzü, tecavüz sonucu doğan çocuğu, patronun fiilden sorumluluğunu yok saymak, suçu, suç olmaktan çıkarıp, normalleştirmek için kadını komplocu gösterip mafya-sermaye ilişkileriyle perdeleyen yazar, tacizi bu denli meşrulaştırıyor işte. Geç vakit, elde sigara, kızım, şu kıyafete bak gibi fiili gözden kaçıracak unsurlar bolca kullanıldığında taciz meşru hale geliyor, toplumsal algıda.
Neyse ki sözleşme ve kanun, bu laf kalabalığıyla suçu sıradanlaştırmayı engelleyecek, kadın beyanını esas almayı işaret eden hükümler içeriyor. Yargı çoğu zaman bu hükümleri uygulamasa da en son Yargıtay içtihadıyla kadının şiddetten korunma sorumluluğunun devlete ait olduğu bir kere daha mahkemelere ve topluma hatırlatıldı. Kadın beyanının esas olması tıpkı masumiyet karinesi gibi tartışılmaz bir hukuk ilkesine dönüşmeli. Hangi hukuk ilkesi, hangi hukuk gibi güncel sorunlar bir yana eril şiddetle ve eril tahakkümle mücadele için kalıcı, etkin çözümlerden birisi kadın beyanını esas kabul eden hükümlerin tavizsiz uygulanması olacaktır.