Bu kaza hiç olmayabilir miydi?
Siyasi geçmişimize bakınca, tüm tarih sanki bir zincirleme kazanın eseriymiş gibi görünüyor. Her kaza, bir önceki kazanın doğru ve yeterli tahlil edilmemesinden doğmuş, önceki bir kaza daha sonrakinin nedeni olmuş...
Ankara’daki tren kazası sonucunda dokuz kişi hayatını kaybetti. Bu kazayla ilgili olarak üç TCDD görevlisi adli makamlara sevk edilmiş durumda. Demiryolu ulaşımının iyileştirilmesi, bir devlet politikası olarak benimsendiğinden bu yana gerçekleşen ilk kaza bu değil. Türkiye hızlı tren kavramıyla ilk olarak “hızlandırılmış tren” projesiyle tanışmıştı. Akıllara ziyan bu zihni sinir proje, yarattığı büyük yıkımın ardından sessizce uygulamadan kaldırılmıştı. Hatırlanacağı üzere, 2004 yılında Pamukova civarında gerçekleşen tren kazasında kırk bir kişi hayatını yitirmişti. Kaza sonucundaysa sadece makinistler sorumlu tutulmuş ve olay hızlıca devlet arşivlerinin tozlu raflarına kaldırılmıştı. Kazalara baktığımda, olayların meydana geliş biçimi, etkileri ve ele alınış tarzlarının, bizde işlerin nasıl yürüdüğü konusunda çok önemli ipuçları sağladığını düşünüyorum. İpin bir ucu trafik kazaları veya iş kazaları gibi yerel ölçekli gündelik sorunlar, diğer ucu Çernobil patlaması gibi küresel ölçekli kazalar karşısındaki tutumuza bağlanıyor. Ancak nereden bakarsak bakalım, ortak hayatımızı devindiren “sistemin” temel eğilimlerini görmemizi sağlıyor.
Bir sistemi anlamanın en güvenli yolu, onun ne ölçüde kazalar yaratmaya muktedir olduğunu bilmekten geçiyor. Ancak böylesi bir anlayışın nasıl mümkün olabileceğini görebilmek için, öteden beri kazalara dair yaklaşımımızı belirleyen bir kavrayıştan vazgeçmemiz gerekir. Buna göre, kaza planlanmamış ve öngörülemez olan vakaları anlatır. Söz ettiğimiz vakalar, hayatımız üzerinde yıkıcı bir tesir icra ettikleri ölçüde bize bir sorun gibi görünürler. Aslında Hindistan’ı ararken Amerika’yı bulan kişi de, hiç aklında olmadığı halde bir buluş yapan kişi de başarısını kazaya borçludur. Son tahlilde, böylesi mutlu kazalarla yıkıcı türden kazalarda ortak olan yanı, olayların tesadüfi karakteri oluşturur. Demek ki, kaza eseri olanı olmayandan, hayatın olağan akışına aykırı, istisnai bir karakterde olmasıyla ayırt ediyoruz. Bu yüzden, kazanın nedenlerini, sonuçlarını araştırmayı veya tartışmayı önemli bulsak da, kazalardan yola çıkarak bir sistemi anlayamacağımıza inanırız. Düzensiz, geçici ve genellenebilir olmayan bir olay olarak kaza, bize sisteme dair bir bilginin kaynağı değil, sınırıymış gibi görünür.
Günümüz toplumlarının teknikle kurduğu ilişki, kazalara dair bu köklü anlayışa açıkça meydan okumaktadır. Her gün gözlediğimiz veya deneyimlediğimiz trafik kazalarının, nasıl gündelik hayatın akışına yön veren bir düzenlilik sergilediğini görmemek mümkün mü? Etkisi kuşaklar boyu süren, insan ve doğa ilişkisini tahrip eden nükleer kazaların geçici olduğunu kim söyleyebilir? Periyodik iş kazalarının yol açtığı ölümlerin, ekonomik eşitsizlik ilişkilerinin genelliğinden beslenen ihmal ve duyarsızlıklarla olan bağını inkar edebilir miyiz? Teknolojinin imkanlarıyla 800 kişi taşıyacak şekilde yapılmış bir uçağın, günü geldiğinde bu insanlar için uçan bir tabut olma ihtimali olduğunu da aklı da tutmak gerekir. Belli bir fayda üretsin diye yaratılmış her sistem, potansiyel olarak yıkıcı, zararlı ve sağlığa aykırı etkiler de üretir. Söz konusu olan şey ilaç olsa dahi durum değişmez. Bu yüzden ortak yaşamı çevreleyen fiziki, biyolojik, psikolojik dinamiklerin kaza yoluyla açığa çıkabilecek zarar potansiyelini idare etme becerisi, artık devletin meşruiyet dayanaklarından biri haline gelmiştir.
O halde modern hayatın yol açtığı kazaların düzenli, kalıcı ve genel karakterini siyasetin çözmek zorunda olduğu temel bir problem olarak ileri sürmekte bir sorun yok. Böylesi bir yönetimin temel sorununu insan, teknoloji ve eşyalar arasındaki ilişkilerin içerdiği potansiyel zararları gidermek oluşturur. Örneğin arabaların çarpışma ihtimali var ve bu potansiyel tehlike içeriyor diye, arabadan vazgeçmek gibi bir şey söz konusu olamaz. Asıl mesele, bu tehlikenin insana zarar verme olasılığını, yani risklerini azaltmaktır. Bu açıdan sözünü ettiğim üç unsurun da, siyasal karar yoluyla belli ölçülerde kontrol altına tutulması ve yönlendirilmesi gerekir. Mesela bilimsel araştırmaları geliştirmek yoluyla teknolojiyi, teknoloji yoluyla da doğal veya üretilmiş şeylerin gücünü belli açılardan kontrol edebilir ve potansiyel tehlikeleri giderebilirsiniz. Yine de modern toplumlarda, kazaların kontrolü en güç unsurunu insan oluşturur. Çünkü uyruk olarak yönettiğiniz insan, aynı zamanda vatandaş ve seçmen olarak egemen olmakla vasıflandırılmıştır. Bu yüzden, belli bir toplumda insanların görmesi muhtemel zararları gidermek için yapılacak düzenlemeler, o toplumda hak ve yükümlülüklerin, özgürlük ve cezaların nasıl düzenlenmiş olduğundan bağımsız ele alınamaz.
Kazaların sistematik doğasından söz ederken veya bir sistemi, yol verdiği kazalardan yola çıkarak anlamak derken neyi kast ettiğimi burada açıklayabilirim. Ortak hayatın her birey için daha güvenli kılınması sürecinde etkili olan üç unsur vardır: İnsan, teknoloji ve nesneler. Bu unsurlar arasındaki ilişkileri dengeleyen, ortak hayatı yöneten sistem kazalar konusunda da belirleyici olacaktır. Bir örnek olsun diye hızlandırılmış tren vakasına bu gözle bakmak istiyorum. Yönetim, bu düzeyde bir hız için uygun olmayan vagonların emniyet ayarlarıyla oynayıp, elindeki kaynaklarla hızlı tren işini ucuza mal etmek derdindedir. Tabii bu hizmetin halka sunulmasıyla kolay yoldan elde edilecek siyasal getiri de işin cabası olacaktır. Böylesi bir projenin içerdiği risklerin yönetilmek yerine yok sayılmasının nedenini bunlar oluşturur. İnsan için doğacak zararlar dikkate alınmamış ve bu zararları vurgulayan görüşler sistematik olarak etkisizleştirilmiştir. Kaza olduğunda da, yaklaşım kazaların tekrarını engelleyecek şekilde sorumluluk zincirinin açığa çıkarılması biçiminde olmamış, üst düzey yöneticileri sorumluluktan kurtarmak esas alınmıştır. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, her kazada var olan üç unsurun etkileşiminin öngörülemez bir şekilde kazaya yol açtığını söylemek mümkünmüş gibi durmuyor. Nesnelerin doğasından kaynaklanan potansiyel tehlikeler, teknolojinin hesaplanmamış zararları veya teknoloji kullanıcısı insanların zaafları elbette sonuca etki etmiş, ama hiçbir şekilde belirleyici rol oynamamıştır. Hızlandırılmış tren, bu üç unsuru idare etmekle yükümlü iktidarın üstlenmesi gereken iktidara özgü açık bir yönetim başarısızlığıydı.
Sözünü ettiğim türden yönetim başarısızlıkları açısından siyasi geçmişimize bakınca, tüm tarih sanki bir zincirleme kazanın eseriymiş gibi görünüyor. Her kaza, bir önceki kazanın doğru ve yeterli tahlil edilmemesinden doğmuş, önceki bir kaza daha sonrakinin nedeni olmuş. Böyle kendi kendine yeterli ve kapalı devre bir sistem olarak üreyen ve gelişen kazaları mümkün kılan zeminse, ilk olarak Batı teknolojisi ile “kendi kültürümüzün” karşılaştığı kavşakta belirmektedir. Bu zeminin en tekinsiz yanını, disiplini etütler ve derinlikli çalışmalar yoluyla uygulanmaya konması gereken dönüşümleri, kolay ve hızlı yoldan seçim başarılarına tahvil eden anlayış oluşturur. AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana, kamu hizmetini geliştirmek ve ilerletmek adına yaptığı bütün reformlara da bu anlayış hakim durumdadır.
Kamu hizmetini geliştirmek, hizmetin sürekliliği, verimliliği ve öngörülebilirliği ilkelerini akılcı bir temelde bir araya getirmekle mümkün olabilir. Oysa AKP’nin gerçekleştirdiği reformlarda bambaşka bir mekanizma görev başınadır. Her seçim döneminin konjonktürü, kamu sektöründeki “büyük reformların” temel nedenini oluşturmuştur. Kamu yatırımları, vatandaşın hizmetlerden en güvenli şekilde nasıl yararlanacağını gözeterek değil, seçim başarılarını garantiye alacak şekilde gerçekleştirilmiştir. Böylelikle, AKP’nin cevval, çalışkan ve yenilikçi görüntüsünün ardındaki paradoks aşikar bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Kamu reformları 2002’den bu yana, çözüm olarak sunulan her reformun, sonraki bir reformla çözülmesi gereken bir soruna dönüştüğü bir döngü içinde hapsolmuştur. Kısır döngü, esasen hizmetlerden yararlanırken başımıza gelen tüm kazaları üreten sistematik ilişkilerin kaynağını da gösteriyor. Bu tren kazası olmayabilir miydi? Evet, olmayabilirdi!
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI