Aile şurası ve yatak odası muhabbeti
Aile Bakanlığı aile şurası kuruyoruz şeklinde bir açıklama yaptı. Nedir bu aile şurası bilemiyoruz tabii henüz. Ama insanın aklına ilk okuyuşta ‘boşanma komisyonu’ gibi bir şey geliyor. Yani aileyi koruyalım, her ne pahasına olursa olsun insanlar boşanmasınlar gibi bir şey.
Şefkat-Der; tam adı ile “Sokakta Yaşayanlara Kimsesizlere Şiddet Mağdurlarına Cinsel Kurbanlara Şefkat Kapısı Yoksullukla Mücadele ve Ötekilere de İnsan Hakları Derneği” 1995 yılında kurulan bir dernek. Adından da anlaşılacağı üzere, yine internet sitesindeki kendi tanımlarıyla din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan, sokakta yaşam mücadelesi veren evsizlere, şiddet mağduru kadınlara, cinsel istismara maruz kalan, genelev, pavyon ve sokaklarda hayatı çalınan hayatsız kadınlara, sokak çocuğu tabiri ile anılan çocuklara, gençlere, mülteci ve sığınmacılara, yoksullara ve insan hakları ihlallerine uğrayanlara yönelik faaliyetler yapıyor.
Ben Beyoğlu’ndaki evlerinden birini ziyaret ettim geçtiğimiz günlerde. Bu derneğin oluşturduğu evlerin bir kısmında yalnızca kadınlar bir kısmında ise yalnızca erkekler kalıyor. Benim gittiğim ev yedi kişi kapasiteliydi. Orada kalan kadınlarla tanıştım, söyleştim. Tam olarak oraya sığınmışlar. Hayat onları hiç istemedikleri ve hatta beklemedikleri bir noktaya sürüklemiş. Yine de gülüyorlardı ve birbirleriyle diyalogları çok iyiydi. Kendilerince bir düzen kurmuşlar ama iş güç sahibi olunca ya da kendilerine daha emin bir düzen bulunca oradan ayrılıyorlar. Elbette kolay değil insanın kendi düzeni dışında yaşamaya çalışması. Örneğin Mozambikli bir anne ve dünya güzeli bebeği ile tanıştık. Bebek yerde emeklemek istiyor fakat böyle bir alan yok ne yazık ki. Sıkışık bir düzen. Eda Hanım ve eşi İbrahim Bey gönüllü olarak ilgileniyorlar evlerle. Tatlı tatlı anlattılar. Kimsesizleri sevgiyle kucaklamışlar ve çok iyi işler çıkarıyorlar. “Daha fazla ev açmak istiyoruz” diyorlar. Bununla birlikte her akşam Gezi Parkı’nda evsizlere yemek dağıtıyorlar. Hatta bu dağıtım işlerine üniversiteli ve iyi kalpli öğrenciler de yardımcı oluyor.
Elbette ayni ve de nakdi bağışlarla döndürüyorlar bu düzeni. İnternet sitelerinde hesap numaraları mevcut. Dilerseniz kuru erzak, kullanılmayan her türlü giyecek ve bilhassa oyuncak gibi ayni yardımlarda da bulunabilirsiniz. Yardım etmek istiyorum ve bu yardımın güvenilir yerlere ulaşmasını istiyorum diyorsanız Şefkat-Der son derece doğru bir adres. Fakat maddi desteğin yanı sıra manevi desteğe de ihtiyaç duyuyorlar. Uygun bir zamanınızda elinize bir poşet kuru erzak yahut oyuncak alıp gidin ve onlarla sohbet edin. Eda Hanım’la tanışın. İnternet sitesinde iletişim numaraları var. Hem size hem onlara iyi gelecektir…
Şefkat-Der'den Hayata Sarıl'a
Şefkat-Der’den çıkıp “Hayata Sarıl Lokantası”na uğradım. Bu lokanta da her gün saat 20.00 itibariyle kimsesizlere lokantalık yapıyor. Ayşe Tükrükçü var başında lokantanın. Ve yine kimsesizlerden oluşan bir çalışan kadrosu var. Yemekleri pek güzel. Ayşe Hanım, esasında bir dönem Şefkat-Der’e sığınanlardan. Roman gibi hayatı var; nitekim roman da olmuş zaten. Lokantada var, ben aldım bir tane. İmza istedim, “Yok oku gel ancak öyle” dedi. Ben yarı gülen yarı şaşan halde suratına bakakalınca “Tekrar görmek için bahane tabii!” dedi. Beyoğlu’na yolunuz düşerse Kurabiye Sokak’a muhakkak uğrayın, bu çok şey başarmış mücadeleci kadının bir çayını için, yemeğini yiyin.
Çoğunluğa hitap ederken popülist olmak
Şimdi ne alaka demezseniz eğer gittiğim bir oyunla ilgili eleştirilerimi sunmak istiyorum üzerinden çok zaman geçmeden. Şöyle ki ben Kafka’yı çok severim, bugünlerde malum içinde bulunduğumuz korku ortamı sebebiyle de daha sık anar olduk adını. Hatta geçtiğimiz günlerde Kafkaesk adalet diye bir yazı da yazmıştım, içimi dökeyim diye. Her neyse, “Dava” kitabı zaten külttür Kafka’nın. Bu kitabın baş karakterinin adı da Joseph K.’dır. Çok sevdiğim isimlerden oluşan bir kadro (Mert Fırat, Muzaffer Yıldırım, Koray Candemir, Didem Balçın ve Harun Tekin) DasDas diye bir tiyatro açtı yaklaşık iki yıl önce. Elbette çok sevindik, hâlâ da seviniyoruz. Joseph K. diye bir oyun yaptıklarını görünce derhal aldım biletimi ve gittim. Tabii hem bir Kafkasever hem de bir DasDas ekibi sever olarak ister istemez beklentim büyüktü. Fakat oyun beni biraz düş kırıklığına uğrattı ne yazık ki. Aslında bunun birkaç sebebi var. Öncelikle sahne oldukça farklı. Kötü demiyorum, farklı. Klasik bir tiyatro sahnesi değil. Depo gibi dev bir alanda karşı karşıya yükselen birer tribünün olduğunu ve ortadaki yerin/çukurun sahne olduğunu düşünün. Dolayısıyla ses duyurmak için mikrofon kullanılıyor; fakat ben usule bir türlü alışamadım. Daha ziyade televizyon izliyormuşum gibi hissediyorum. O mikrofon beni yabancılaştırıyor izlediğim şeye. Her neyse, gelişen bir çağ neticede zamanla buna da alışırız. Koltuklar da rahatsızdı doğrusu. Ama bunlar önemsiz detaylar.
Asıl kısma, oyuna gelelim; açıkça “cinsiyetçi” buldum oyunu. Hatta homofobik unsurlar da vardı. Son derece eril bir dil kullanılmıştı, sıkça bel altı şakalara başvurulmuştu ve bunlar beni çok rahatsız etti. Salonun kahkahalar attığı anlarda ben öylece baktım, katiyen gülemedim. Açıkçası sonradan oyunu izleyen arkadaşlarla konuştuğumuzda onların da aynı sebeplerle rahatsız olduğunu öğrendim. Esasında beni rahatsız eden küfür duymak değil, gülmek ve güldürmek için sanatçıların/yazarların sıkça bu yola başvurmak zorunda hissetmesi. Artık bu yöntemden sıyrılmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bana vasat ve kaba bir espri anlayışı gibi geliyor. Bence daha zekice ve ince işler yapmalıyız ki sanatımız da gelişebilsin. Bir oyun yazılırken en dikkatli izleyici baz alınarak yazılmalı. Hedef hep elden gelenin en iyisi olmalı. Çoğunluğa hitap eden işler yapınca ister istemez “popülist” oluyorsunuz maalesef. Eğer ki sözünüz popülizm karşıtı ise icraatınız da öyle olmalı. Aksi halde özü sözü bir olunmuyor. İlkeli duruş sahibi olmak kolay değil maalesef.
Bununla birlikte Kafka’nın Dava romanı farklı bir açıyla ele alınmış. Joseph K.’nın neden olduğunu bilmediği tutuklamanın ardından gelen karmaşayı ve manasızlığı iyi anlatmış. Fakat en önemli unsuru es geçmiş “korku ve tedirginlik”. Oyun komedi usulü ile ele alınınca bu duyguyu hissetmek pek mümkün olamadı doğal olarak. Bana sorarsanız bazı eserler ‘komedi’ye uygun değildir, bu şekilde sunulabilse dahi sunulmamalıdır. ‘Dava’ da bunlardan biri bence. Bu şuna benziyor: Kek yaparken temel malzemelerden birini koymamak gibi. Yumurtasız kek yapmak gibi. Yapısı bozuluyor, tadı kaçıyor. Dolayısıyla oyundan çok da memnun ayrıldığımız söylenemez.
Fakat ekibin fiziksel performansı ve sahne kullanımı müthişti. Bu kadar aralıksız, hızlı ve kısa diyaloglardan oluşan bir oyunda son derece seri bir şekilde yüksek fiziksel performans sergilediler; oyunculuklar zaten iyiydi, bu bakımdan tebrikler. Bu ekipten çok daha dikkatli ve başarılı işler beklemek hakkımız diye düşünüyorum.
Devletin yatak odasına müdahaleleri
Son olarak, Aile Bakanlığı aile şurası kuruyoruz şeklinde bir açıklama yaptı. Nedir bu aile şurası bilemiyoruz tabii henüz. Ama insanın aklına ilk okuyuşta ‘boşanma komisyonu’ gibi bir şey geliyor. Yani aileyi koruyalım, her ne pahasına olursa olsun insanlar boşanmasınlar gibi bir şey. Biliyorsunuz, halkın ciddi tepkisini çeken her şey bu boşanma komisyonunun başının altından çıktı. Müftülük yasası, süt izni yasası, nafaka vs. hepsi o komisyon raporunda yer alan konulardı. Hani hep anlatmaya çalışıyoruz ya bu, kadın ve çocuğa yönelik çıkarılan tasarılar, yasalar, temelinde kadını eve kapatmak, şiddet dahi uygulasa boşanmasının önüne geçmek üzerine kurulu diye. İşte 6284 Sayılı kadını koruyan, şiddet uygulayan kişiyi kadından ve evinden uzaklaştıran yasaya “yuva yıkan yasa” demeleri, nafaka gibi kazanılmış bir hakkı ortadan kaldırmaya yönelik organize çabalar, yarım gün sigorta olanağı ile kadın istihdamının önüne geçmeler, müftülük yasası ile erken yaşta evliliklerin önünü açmalar, kürtaj hakkımızı elimizden almalar, üç çocuk diye bas bas bağırmalar ve daha nicesi hep kadını eve kapatmaya, evlilikleri artırmaya, boşanmaların önüne geçmeye yönelik. Devletin yatak odamıza müdahale etmesi işte tam olarak böyle bir şey. Biliyorsunuz, yandaş paçavralardan biri bu saldırıları “Kadının yeri evidir!” manşeti atmaya kadar vardırdı. E tabii kendisine “dünya lideri” diyen bir başkanın yine kendi ülkesinin gazetecisine mandalina, narenciye dediği bir ülkede bu şaşılacak bir şey değil.
Biz de diyoruz ki; keşke şura mura kuracak, kadını her ne pahasına olursa olsun evde tutmaya zorlayacak kadar aile kavramına takılacağınıza gerçek işler yapıp bireyi güçlendirmeye ve ülkede insan haklarını tesis etmeye odaklansanız. Anne olmayan/olamayan kadına yarım diyecek kadar gözünüzü karartmasanız, kazanılmış haklarımızı elimizden almaya çalışmasanız, keşke biraz bu yaptıklarınızın ileride cellat gibi yine sizin karşınıza çıkacağını bilseniz…