Azılı bir savunucu
Bir tarafta Gülnur Aybet, öte tarafta Sarah Jessica Parker... Azılı savunucu mu demiştiniz? Pehh. İşte size iki portre; “azılı” sözünün kimi daha iyi anlattığına da siz karar verin.
Dün sabah saatlerinden beri duygusal iklimim bayağı parçalı bulutluydu. İşin kötüsü, pençesine düştüğüm bu bulutlu hâle neyin sebep olduğunu da bir türlü anlamış değildim. Sonra ofiste arkadaşlarla sohbet ederken bu keyifsizliği gece görmüş olup da uyandığımda hatırlayamadığım meçhul bir rüyaya yorduk. Başka ne olabilirdi? Gerçi “rüya”yı bir anahtar olarak kullanınca geri kalan kapılar da açıldı. Rüya değil kâbus, kâbus diyeyim ben size. Rüyalarımıza girdikleri anda diz kapaklarına taş yiyesiceler... Hep onların yüzünden.
Bu arada dikkatli bir okuyucuysanız, “ofis” lafı da gözünüzden kaçmamıştır. Elbette bizim de kendimizce bir ofisimiz, mesai ve mesai dışı arkadaşlarımız var. Dersliklerden atıldık, kampüslere girişlerimiz ibişler tarafından yasaklandı ve paşaportlarımız iptal edildi diye, ağaç kökü yemeye razı olacağımızı sanmıyordunuz inşallah. Ağaç kökü yesinler demek de ancak kemirgenlerin aklına gelir. Biz kemirgenlerden olmadık şükür... O kemirgenler ki tanrıyı yerleri ve gökleri yarattığına pişman ettiler. Tekvin Bab 6: 5-8 (bilgisayardan anahtar kelimelerle tarayıp şöyle bir baktım. Konuyla ilgili düşüncelerime bu kısım denk geliyordu, oradan yazdım. Yoksa tekvin, tekamül filan bildiğim şeyler değil ha).
Paşaport demişken, çok kıymetli bir grup vekille birlikte geniş bir akademisyen grubu olarak bu sabah Ankara Valiliği İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğüne gittik. Pasaportlarımıza konulan tahdidin kaldırılmasını talep eden dilekçelerimizi oraya verdik. Bir kadın memurun nazik yardım çabaları nedeniyle birkaçımız safiyane duygulara bile kapıldık ve neredeyse “vatandaş” gibi hissettik! Fakat Brad Pitt ile Engin Altan Düzyatan pozları arasında kararsızlıkla salınan eli sigaralı bir asayiş elemanı bu safiyane duygularımızı toz duman etmekte hiç gecikmedi. Olsun. BradEngin’in bütün aksilenmelerine rağmen basın açıklamamızı güzel güzel yaptık. Basın açıklamamızda, “paşa limanlarını derhal terk edin,” ayy pardon ya, “paşaportlarımızı derhal verin, bu yaptığınız ayıptır, hukuksuzluktur, haksızlıktır” gibi şeyler söyledik. Bundan sonrasını kendileri bilirler...
Gelelim dün gece rüyalarıma sızarak keyfimi kaçırmış olması muhtemel olaya. Uyumadan az evvel, memleket asayişinin berkemal olup olmadığını kontrol için haberlere bakarken, sosyal medyada dolaşıma girmiş bir BBC HARDTalk programına denk geldim. Programa konuk olan Türkiyeli bir akademisyen, akıcı bir İngilizceylen, fakat Selman Öğüt gibi bir laf kalabalığı, demagoji ve yaygarayı da aynı anda kopararaktan konuşmaktaydı. Adının Gülnur Aybet olduğunu anladığım bu konuk, cezaevindeki bütün gazetecilerin ve benim gibi yüzlerce akademisyenin “terörist” olduğuna önce programın sunucusu Stephen Sackur’u, sonra da bütün bir uluslararası toplumu inandırmaya çalışıyordu! Psikolojik imkanlarınız elveriyorsa izleyin lütfen.
Gülnur Aybet o kadar inanılmaz bir güvenle ve o kadar hararetle doğruları çarpıtıyor ve tersine çeviriyordu ki bir bilim insanının bu hırslı savunması karşısında utanç duyuyordunuz. Söyleşiyi yapan Stephen Sakuracık elindeki dünya veriye, rapora ve bilgiye rağmen bu “tersine çevirme” karşısında boğulacak gibi oluyordu. “Yani siz hapisteki onlarca, onlarca gazeteciden bir tanesinin bile suçlandığı konunun icra ettiği gazetecilik faaliyetiyle ilişkili olmadığını mı söylüyorsunuz? Yani siz muhalif görüşleri nedeniyle bir tane, bir tane bile akademisyenin işinden edilmediğini mi söylüyorsunuz? Yani siz benim ve uluslararası toplumun buna inanmasını mı bekliyorsunuz” minvalindeki canhıraş sorulara, the Profesör, namı diğer Gülnur Aybet, “Well, it is up to you to believe.. but this is the fact” gibi, banalliğin ücra köşelerinden cevaplar üretmeyi yeterli görüyordu.
Gülnur Aybet kim, nerenin profesörü diye soracak olursanız, bu konuyu biraz açmak isterim tabii. Bir homo academicus, hatta homo homini lupus olarak, yakın tarihe kadar bir vakıf üniversitesinde görev yapıyormuş kendisi. Daha sonra, 2017 yılında, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler anabilim dalının ilan ettiği profesörlük kadrosuna başvurmuş ve buraya atanmış bir isim. Başvurduğu kadro adrese teslim acayip detaylarla resmi gazetede ilan edilmesiylen gıybetlere konu olmuştu. Öyle ki kadro ilanında başvuru yapacak şahsın tercihan savaş bilimcisi olması gerektiği bile yazmaktaydı (ekşi sözlük, 9. entry, tatli limoncu isimli şahıs gıybeti). Neyse ki Arnold Schwarzenegger filan boş bir umuda kapılıp kadro başvurusu yapmaya kalkmamıştı. Alllaaah sen büyüksün...
Bugün ne yaptığını kısaca ve kendisine yakışacak biçimde söyleyecek olursak; she is the new senior advisor to President Recep Tayyip Erdoğan... Allah geri kalan istihkakını da tez zamanda versin. Emeğini zayi etmesin.
Gülnur Aybet konuşmasında kuvvetli bir vurguyla, üniversitede görev yaptığı bölümde çok sayıda muhalif akademisyenin olduğunu, hatta bölümünün tümüyle muhalif ve Erdoğan karşıtı olduğunu belirtiyordu. Bu öğretim elemanlarından hiçbiri işinden olmamış, ihraç filan edilmemişti. Aybet çok kolay, çok rahat ve çok şaşırtıcı bir biçimde gerçekleri baş aşağı ediyordu! Eskiler olsa buna düpedüz “yalan” derlerdi. Bense üç vakte kadar lafı dolandıracağım. Mecbur... Aybet’in fakültesinden ihraç edilen 27 akademisyenin 14’ü Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi bölümünde görev yapmaktaydı. Diğer bir deyişle Aybet’in kendi bölümünün neredeyse yarı kadrosu ihraç edilmişti! İhraç edilenler barış akademisyeniydi. Aybet bu kişilerin akademisyen olmadığını söylemiş oluyor ve onları terör örgütünü desteklemekle suçluyordu. Sadece Sakura kardeşimizi değil, bütün bir uluslararası toplumu “yandaş, yandaş” bilgilendiriyordu.
Programı izlerken dedim ki “La sakura kafa Stephen, haşlanmış patatesi suratına yiyeceksin şimdi. Eline iki isim alaydın o programa çıkmazdan evvel... Mesela en efendilerimizden, en tanınmışlarımızdan İbrahim Kaboğlu’nun felan adını hazır edip sorsaydın, “Profesör Kaboğlu da mı terörist” diye. Sormazsan, şu sıralar senyör danışmanlıklarla iştigal eden yarı-ex academicuslar da işte böyle car car car konuşur. Car derken, arabalardan söz ediyorum elbette. Hızlı hızlı konuşur manasına. Aybet hanfendiyle daha önce hiç müşerref olmamıştım ama meğer, gerek uzman arkadaşlarının kimliği, gerek bir dönem bünyesinde görev yaptığı Wilson Center’ın AKP medyası tarafından ferah feza lanetlenmiş bir Amerikan think thank organizasyonu olduğu, OdaTV’nin radarından kaçmamış. Hiç bilemeyeceğim bu konuları, herkeşin uzmanlığı kendine...
Tamı tamına iki günümü parçalayıp bulutlandıran kâbus buymuş meğer. Bu HARDtalk kendini bu şekilde hayatıma sıkıştırmasaydı, Sarah Jessica Parker’ı yazacaktım bugün. Sahibi olduğu yayınevince basılmış olan Dawn/Seher kitabını bir kuğu zarafetiylen ve dünya aleme göstererekten elinde taşımasını anlatacak, kendisini Biritiş ve Japon kraliyet gelinlerinden, hatta kraliçe Raina’dan bile güzel ve zarif bulacak, gözlerinden öpecektim. Olmadı. Söz konusu kâbus yetmezmiş gibi bir de Sarahcığımdan sırf Seher’i elinde taşıdı diye şu sözlerle bahsedildiğini de gördüm. “Sarah Parker çocukluğundan beri film çeviriyor. Babası ve eşi Yahudi. Kendisi de azılı bir İsrail savunucusu. Filistinlilere ‘terörist’ diyecek kadar azılı. En bilinen filmi ise ‘Sex and the City’!”
Anlamaya çalışıyorum da bir türlü anlayamıyorum. En bilinen filmi Sex and the City diyor. Öyle bir deme ki arka planda şöyle bir İvedik tıslaması duyuluyor adeta: Uuuu beybi... Hadi bu kısmını anladık da “çocukluğundan beri film çevirmek” ya da babasının ve eşinin Yahudi olması nasıl bir suç acaba? Ayrıca babası ve kocası Yahudi’yken kendisi ne? Lafı niye böyle dolandırıyorsunuz?
İşte böyle, bir tarafta Gülnur Aybet, öte tarafta Sarah Jessica Parker... Azılı savunucu mu demiştiniz? Pehh. İşte size iki portre; “azılı” sözünün kimi daha iyi anlattığına da siz karar verin.
Son olarak, acar profesyonel gazetecilerimizden kaçtıysa da naçizane bir internet gazetesi yazarı olarak benden kaçmadı. Kitabın İngilizce’deki adı Dawn aynı zamanda Sarah Jessica Parker adıyla yıllardır üretilen bir parfümün de adı. Aşağı yukarı şöyle tanıtılıyor bu parfüm: “Seher, gün doğumu ve sabahın ilk ışıklarından esinlenerek üretilen taptaze ve temiz bir parfüm. Doğanın uyanışını ve yaklaşan günü sabırsızlıkla beklediğimiz bir an’ın kokusu.”
Yakışır. Hem kitaba, hem parfüme, hem Demirtaş’ın bu ülkede estirdiği taptaze, tertemiz siyaset rüzgarlarına.
Neyse laf lafı açar uzayıp gider böyle. Daha fazla yormayayım sizi...