Bir hikâyedir herkeste kalan
Hikâye dediğin neoliberal, neokapitalist tahakküm zamanlarında her şey yalana, kanon anlatıya, resmi tarihe tahvil edilirken elde kalan yegâne hakikat ihtimali. Çünkü hikâyenin “Anlatılmayan bir şeyler var ve onu anlatacak olan da benim” diye haykıran bir iddiası var. Sesini duyurma, biricik varlığını ilan etme talebi.
Kış gelmişken şehirler, iklimler ve aslında özünde hep hayat şaşırtıyor beni. Trabzon’dan kırbaçlı fırtınalar, coşkun bir Karadeniz beklemiştim. Öylesi olağandı. Oysa kuzeyin güzeli bana kaçak bir güneş ve dingin sular bahşetti. İzmir’e geldiğimde de sakince Ege’ye bakacağımı, başımı yumuşacık bir kış güneşinin okşayacağını hayal etmiştim. Öylesi olağandı. İzmir, otel kapılarında dikilmeyi mümkünsüz kılan sert bir fırtına ve denizi örten bir pusla karşıladı beni. Ve böylesini, beklenmeyeni, şaşırtanı sevmeyi öğrendim. Hayatı, olduğu gibi.
İzmir’de 14-17 Aralık tarihleri arasında Medya Okulu programı düzenlendi. Kaos GL Derneği’nin, internet gazetesi KaosGL.org ve Kaos GL dergisi gönüllü muhabir ve yazar ağını güçlendirmek, LGBTİ+’ları kendi hikâyelerini yazmaya teşvik etmek, hak temelli haberciliği yaygınlaştırmak için derneğin Medya ve İletişim Program Koordinatörü Yıldız Tar’ın yönetiminde düzenlediği Medya Okulu’nun ikinci aşamasıydı bu. Yani, teknik ve bilgi ağırlıklı tanım gerektiğinde kayda geçecek cümleler, tam da böyle. Ama işte o iş öyle değil. Çünkü herkes hikâyesini bulmaya, paylaşmaya aç. O yüzden yaşanan, yaşatılan bundan çok çok çok öte.
Hikâye anlatıcılığı ile başladık. Hikâye dediğin neoliberal, neokapitalist tahakküm zamanlarında her şey yalana, kanon anlatıya, resmi tarihe tahvil edilirken elde kalan yegâne hakikat ihtimali. Çünkü hikâyenin “Anlatılmayan bir şeyler var ve onu anlatacak olan da benim” diye haykıran bir iddiası var. Sesini duyurma, biricik varlığını ilan etme talebi. Varolma ve olduğu haliyle dünya üzerindeki yerini ayrımcılığa uğramadan, sözde empatilerle ambalajlamadan en çıplak haliyle ilan etme iradesi.
Hikâye yazının değil, sözlü tarihin mirası. Toprağın, taşın, uluyan hayvanın dili. Muhatabını arayan bir emanet. O yüzden hikâyenin hakkı olan karşılıklı ve koşulsuz güven içinde yeşermek. Veren kadar alana sorumluluk yükleyen koca bir hayat dersi.
“Bana hikâye anlatma”, yani maval okuma, palavra sıkma deriz ya hani, sahici bir hikâye işte bu deyişe koca bir tokat. Hiçbir seferinde aynı anlatmayız bir hikâyeyi. Aynı da dinlemeyiz. Biz değiştikçe, hikâye de bu yeni bizi kapsayacak şekilde dönüşür.
Öyle dönüştük işte. Hep birlikte. Birbirimize karıştık anlatıp dinledikçe. En salın, en samimi kelimelerimiz ararken. Duygu geçiren o kurguyu usulca inşa ederken. Sesimiz titrer, bedenimiz ses verirken. Oradayken her şeyimizle.
Hakkı verilmiş hikâye, sevişme ve bütünleşme hissi yaratır. Başkasından değil artık kendimizden saklayacak bir şeyimiz kalmamışlık hissidir bu. Korkunu korkmak, kendini sırtüstü boşluğa bırakmak, yüksek katlardan atlamak… Ve hiç ama hiç düşmemek. Tutunabileceğini bilmek. Birinin bakışına, gülüşüne. Gözyaşına.
Sonra o hikâyeleri görsel tasarım ve video üretimi ile yeni bir dile çevirmeyi, kişisel bloglarımızı kurmayı öğrendik. Sözlü tarih atölyeleri ile yakın tarihe insanların biricik hikâyeleri aracılığıyla bakabilmenin yollarını araştırdık. Öğrenmenin, merak etmenin lezzetini, kendinde ihtimal vermediğin yaratıcı kanalların açılmasının hissettirdiği mutluluğu tattık. Güzelleştik.
İzmir yine pusluydu, yine yağışlı. Ama sokaklarında kol kola yürümek vardı. Atölyelerle sınırlı kalmayan hikâyelerin akmaya devam edişi. İçinden geçilen bu hoyrat dönemde öyle mucize kabilinden bir açılma, yalnızlığın gecesinde beliriveren bir ışık yok. Yine de bir şey var işte. Birbirine hayvanlar misali sığınmış olmanın hakkı. Tuhaf bir güç. Hafızaya kaydedilmiş ömürlük birkaç an görüntüsü. Yaşadım, burdayım, ben’im dediğin. Onca zaman sonra. Bir kez daha. Düşmana inat.