YAZARLAR

100 puanlık sınav sorusu!

Aşağıdaki olaylar arasındaki ilişkiyi göstererek öğrencilerden Anayasamızda yer alan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, idarenin hukuka uygun davranma zorunluluğu, hak arama özgürlüğü ve barışçıl protesto hakları bakımından bütünlüklü bir değerlendirme istersek sonuç ne olur?

Geride bıraktığımız haftaya, Türkiye’nin siyaset ve hukuk gündeminde ne olduğu bağlamında hızlıca göz attığımızda, bir anayasa hukukuna giriş sınav sorusu çıkarmak mümkün. Örneğin, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın haber spikeri Fatih Portakal’a hitaben “Haddini bil, bilmezsen bu millet patlatır enseni” demesiyle başlayan süreç iyi bir anayasa hukukuna giriş sınav sorusu olur. Hatta olay bütün boyutlarıyla ve örneklerle sunulursa bir vize sınavı için istenebilecek bütün bilgiler de kapsanabilir.

BİR SINAV SORUSU

Şöyle düşünelim. Erdoğan’ın “Bu millet enseni patlatır” sözünün sebebini oluşturan şey, Portakal’ın şu açıklaması: “Türkiye'de barışçıl protestoların dahi mümkün olamayacağını, barışçıl bir protesto yapmak için sokağa çıkanların karşısına polis memurlarının, amirlerinden aldığı emirleri uygulamak zorunda olduğunu biliyorsunuz. Evet, Sayın Cumhurbaşkanı böyle söylüyor. İcraatın başında olduğu için söylüyor. Aslında gerçeği bilenler de var. Ben gerçeği görenlerdenim. Kendisi de bence gerçeği söylüyor. Samimi mi o sözünde? Bence değil. Ben samimi miyim sözümde? Ben samimi olduğumu düşünüyorum. Hadi bakalım, barışçıl bir eylem için zamları protesto edelim. Doğalgaz zamlarını. Hadi bakalım, yapalım. Yapabilecek miyiz? Kaç kişi çıkacak sokağa korkudan, endişeden? 'Dayak yerim' vesaire... 'Hakkımı arayacağım ama ne yaparım, başım derde girer mi girmez mi?'… Kaç kişi çıkar Allah aşkına söyler misiniz? İşte bu şekilde toplumsal muhalefeti, bireysel ve toplumsal muhalefeti baskı altına almaya, yıldırmaya çalışıyorlar. En doğal hak ama maalesef uygulanamıyor. Fransa olmuş, Türkiye olmuş çok da fark etmiyor açıkçası."

Bu olayın sonrasında Recep Tayyip Erdoğan muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na da şöyle hitap ediyor: “15 Temmuz gecesinde tankların arasından kaçıp Bakırköy Belediyesi'ne gitmiş olabilirsin ama bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın, onu bil. Bay Kemal, kimseyi sokağa çıkartamayacaksınız. Bak sana bir şey söyleyeyim, burası Paris değil, burası Hollanda da değil. Sen eğer Gezi olaylarındaki gibi bir şeyler yapmaya tevessül edersen, o televizyon ekranında ne idüğü belirsiz, kendini bilmez, haddini bilmez birilerinin sokağa davet etmesiyle iş yapacağını zannediyorsan, bilesin ki bu millet 15 Temmuz'da FETÖ'cülere ve uşaklarına nasıl bu meydanları dar ettiyse, yine dar ederiz. Bunu böyle bilesin.

Takip eden birkaç gün içinde Türkiye’nin önde gelen insan hakları savunucularından Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı adli tıp profesörü Şebnem Korur Fincancı’ya iki buçuk yıl hapis cezası veriliyor. Gerekçe Fincancı’nın Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atması. Fakat dosyaya sonradan ekler yapılıyor ve Fincancı’nın Cizre Raporu da ekleniyor. Bir insan hakları savunucusu akademisyenin idareye karşı suç duyurusu niteliğindeki çalışmaları da Fincancı’ya ceza verilmesi için gerekçe haline getiriliyor.

Aynı gün “resmi olağanüstü hal” döneminde pasaportlarına tahdit konulan akademisyenler, Ankara İl Nüfus Müdürlüğüne giderek bir başvuru ve seyahat haklarının tanınması için protesto gerçekleştiriyor. Protesto sırasında bir polis memuru anayasa profesörü milletvekiline "Burada topluca basına açıklaması yapamazsınız" diyor.

Elbette geçtiğimiz birkaç gün hukuk, siyaset ve bilim bağlamında bunlardan ibaret değil. Fakat bir sınav sorusunun da sınırı olmalı... Şimdi bu olaylar arasındaki ilişkiyi göstererek, öğrencilerden Anayasamızda yer alan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, idarenin hukuka uygun davranma zorunluluğu, hak arama özgürlüğü ve barışçıl protesto hakları bakımından bütünlüklü bir değerlendirme istersek sonuç ne olur?

SONUÇLAR VE SORUNLAR

Şöyle söyleyeyim: Öncelikle büyük olasılıkla öğrencilerden birinin veya kağıdı gören bir başkasının CİMER’e şikayeti ile öğretim üyesine soruşturma açılır. Eğer hocanın başına bir şey gelmediyse ve kağıtları okumak için yetkiye hâlâ sahipse, alacağı yanıtlar genel olarak hakların anayasal statülerini tanımlamak ve olayların bu çerçevede değerlendirmesini yapmaktan ibaret olacaktır. Elbette ki çok daha az öğrenciden başkası da beklenebilir. Fakat başka bir sorun var.

Ya geçen birkaç gün için yazdığım olaylar uzun süredir sistematik olarak bu şekliyle devam ediyorsa? Anayasal düzen etkili ve geçerli değilse; hukuk artık saf çıkarların ödül ve ceza mekanizmalarının aracı kılındıysa? Bu durumda öğrencilerden böyle bir değerlendirme istenir mi? Ötesinde anayasa hukukçusu ya da Murat Sevinç’ten ilhamla anayasacı diyelim böyle bir dönemde ne araştırır? Nasıl araştırır?

Türkiye’de resmi olarak ilan edilmesinin üzerinden iki buçuk yıl geçmiş olmasına karşın Olağanüstü Hal üzerine yapılan akademik araştırmaların sınırlılığına bakmanızı öneririm. Anayasa hukuku alanında çalışan sayın öğretim üyelerimizin çalışma alanlarıyla kurduğu ilişkiyi böylece görmek mümkün olacaktır.

Kemal Gözler’in bilimsel konumu, ya da içinde çalıştığı disipline ilişkin felsefi pozisyonu düşünüldüğünde etkileyici biçimde sorduğu sorular üzerine yeniden düşünmeye başladığım disiplinin nesnesine ilişkin sorun bu durumda daha da derinleşiyor. Geçen hafta norm ve olgu arasındaki ilişkinin somut düzen içinde dönemsel olarak birbirleri ile nasıl ilişkiye girdiklerine/girebileceklerine dair örnekler vermiştim.

Olgu ve normun değişen statülerine göre disiplinin nesnesi değişir mi? Sanmıyorum. Bir bilimsel disiplinin olmazsa olmazı nesnesi ve onunla kurduğu ilişki, yani yöntemidir. Elbette disiplin içinde uzlaşmazlıklar ve farklı felsefi konumlar tutulur. Fakat anayasa biliminin nesnesi somut siyasal-hukuksal düzendir. Dar anlamıyla bu düzenin normatif kuruluşu ve işleyişidir. Bu kuruluş ve işleyişe ilişkin ise sadece normların yorumlanması ile yetinmek mümkün değildir. Örneğin bütçeye ilişkin bir anayasa normunu, parlamento tarihinden bağımsız değerlendiremezsiniz. Ya da daha yakıcı bir örnek olarak dokunulmazlıkları, parlamenterlerin tutulmalarına ilişkin yasağı, anayasacıların sürekli atıf yaptığı Magna Carta Libertatum’a kadar ulaşan bir tarihe ve belgeler serisine ilişkin bir araştırma yapmadan anlayamazsınız. Bunu yaptığınız takdirde de zaten siyasal ilişkilerin anayasaların içinde ve anayasaların siyasal ilişkilerin içinde nasıl işlediğini görürsünüz. Tutulma yasağının, tutanın amacına ve gerekçesine karşı nasıl gerekçelendirildiği ve siyasal iktidarların hangi süreçler bağlamında bu yasağı tanımak zorunda kaldıkları da dahildir bu araştırmaya. Yoksa Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını anayasaya aykırı karar veriyor diye eleştirmekten, zaten muhalefet siyasi liderlerinin yaptığını tekrar etmekten başka bir işimiz kalmayacak demektir. Dolayısıyla alana ilişkin konuşurken siyasal tarih, siyaset felsefesi ve hukuk biliminin ortak iş göreceği bir alana ilişkin konuşmaktayız.

Tartışmayı sürdürmeye çalışacağım.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.