YAZARLAR

Başkasının acısıyla mizaha girilmez

Ezilenle, başkalarının acısı, sıkıntısı, gerçekliğiyle mümkün en ağır biçimlerde dalga geçerek mizah yapılır mı? Sosyal medyada derdini paylaşan ağır hastaya, dünyanın dört bir yanındaki aç, evsiz, işsiz insanlara, tarih boyu zulüm görmüş dezavantajlı gruplara, tecavüz mağduruna, etnisiteye yönelen hakaret, komik midir? “Düşene gülmek” ilkel refleksi nasıl bu kadar yaygın bir eğilime dönüştü? Bu bir tür kara mizah mıdır yoksa düpedüz ruhun karanlığı mı?

Komik olduğu kadar da maalesef (atasözlerimizin yüzde 90’ı gibi) cinsiyetçi bir söz var: “El s…yle gerdeğe girmek.” Hiç efor sarf etmeden, başkasının zahmeti, emeği üzerinden kâr, eğlence, ün elde etmek türünden, zamanın ruhuna çok uygun bir anlayışı anlatıyor. Son günlerde iyice artan ve üstüne çok konuşulan ofansif mizah eğilimine dair düşünmek aklıma maalesef hep bu sözü getiriyor, yazayım da kurtulayım.

Ezilenle, başkalarının acısı, sıkıntısı, gerçekliğiyle mümkün en ağır biçimlerde dalga geçerek mizah yapılır mı? Sosyal medyada derdini paylaşan ağır hastaya, dünyanın dört bir yanındaki aç, evsiz, işsiz insanlara, tarih boyu zulüm görmüş dezavantajlı gruplara, tecavüz mağduruna, etnisiteye yönelen hakaret, komik midir? “Düşene gülmek” ilkel refleksi nasıl bu kadar yaygın bir eğilime dönüştü? Bu bir tür kara mizah mıdır yoksa düpedüz ruhun karanlığı mı?

Bu yazıyı yazmak için bu sorular üstüne düşünürken karşıma İstanbul’daki Afrikalı göçmenleri anlatan yeni çıkmış bir kitaba dair bu haber çıktı. Birçok Afrikalı göçmen, “ne iş yapıyorsun” sorusunu, “çabuk çabuk işinde çalışıyorum” diye cevaplıyormuş. Çünkü patronlarından ilk ve en sık duydukları ifade buymuş… İşyerindeki yemek artıklarıyla beslenmekten cinsel tacize değin, türlü zulme göğüs gerilen bir hayatı tanımlarken yine de mizah duygusunu yitirmemek… İnsanı gülümsetmekten ziyade hüzünlendirse de, burada daha fazla mizah var. Kendi deneyiminden konuşan, her şeye rağmen hayata, az çok gülümseyen bir yerden tutunmaya çalışan ‘gerçek’ insanın mizahı.

Mizah temel dürtülerle ve duygularla oynasa da bence en çok, akılla yapıldığı için değerli. Hayatla aramıza bir perde koyduğu, kendi gerçeğimize bir ölçüde mesafelenip uzaktan bakma şansını verdiği için. Dikkat ettiyseniz kadınlar, bilhassa mizah duygusu güçlü olanlar yaşadıkları sıkıntılı deneyimleri mizahi bir dille anlatmaya bir parça daha yatkındır. Aynı şekilde eşcinseller, azınlıklar, hayat onlara sürekli berbat eller dağıtırken kendilerine yöneltilen aşağılamalarla da dalga geçmeyi öğrenmişlerdir. Bir eşcinsel kendinden “ibne” diye bahsedebilir, eşcinsel değilsen sen ona öyle diyemezsin.

Ekmeğini ‘öteki’nin acısından, derdinden, var oluşundan çıkarana kadar ne malzemeler sunuyor hayat insana. Sıkıysa güçlü, ayrıcalıklı, muktedir olanla dalga geç bir de. İnsan başına ne geleceğini bilemeyeceği için biraz daha zor oluyor, değil mi?

Bu arada ‘zenginlerin’ gerçek acılarıyla da sırf zengin oldukları için dalga geçilmesi, “oh olsun” denmesi de hiç öyle hak edilmiş, hoş bir şey değil. Genel olarak espri malzemesi yapılmayacak birkaç şey var hayatta: Taciz, tecavüz, şiddet, cinayet, her tür ağır mağduriyet. Ne kadar zor olabilir ki?

Mizah bize dünyanın acılarıyla başa çıkmak, devam etmek için iyi bir yol sunar. Bunu yaparken de elbette zıtlıklardan, toplumsal çelişkilerden yararlanır. İyi/kötü, zengin/yoksul, güzel/çirkin vs. ikilikler, mizahın daimi ikilikleridir. Sonuna dek, daima politik doğrucu olmak zordur mizah yaparken. Hassas bir denge var orada ama vicdanının yerini bilenin, hissedebildiği. Çirkinliği tanımlarken mesela bir komedi metninde, “toplumsal normlar açısından yeterli fiziki cazibeye sahip olmayan” diyemezsin. Komik olmaz. Ama çirkinin çirkinliğine güldürmek midir zaten amaç? Yoksa hayatı onun gözünden gösterirken ‘güzel’in de ‘çirkin’in de herkesin içinde olduğunu anlatabilmek mi?

Sınıftaki tombik oğlanı “şişko, patates, yarım kilo domates” diye aşağılamak, gözlüklüye “dörtgöz” demek çocuklara normal gelir. Çocuklar bu açıdan zalimdir, yaptıklarının, söylediklerinin başkaları üzerindeki etkilerini hesap edecek duygusal olgunluğa erişmemişlerdir. İdeal olarak, zamanla, öğrenirler. Çocuklar melek veya şeytan değil, çocuktur. İncittikleri oranda incinmeye de açık oldukları için masumdurlar. Gerçek masumiyet ve vicdansa, zamanla ve deneyimle kazanılır.

Ana akım TV’de yasak olduğu için sinemanın, dijital dizilerin ana malzemelerinden biri olan cinsiyetçi, ayrımcı küfürlerin miktarında da büyük sıkıntı var. Evet bir sinema salonunda bir karakter her ‘a…mına koyayım’ dediğinde salonu kahkahalar basıyor. Bu ortada zekice kondurulmuş, özgürleştirici bir espri olmasından kaynaklanmıyor. Düşene gülmenin yasak, ‘beklenmedik’ olana gülme versiyonu.

Kurmaca eserler yazarın değil, karakterin sözünü içerir, karakterine göre elbette cinsiyetçi küfür de kullanılır, doğaldır. Yasağın pekiştirdiği bu cazibeyi suistimal noktasına getirmemek de yine bir terazi işi. Saniye başı küfrettirmeden, bu konuda biraz daha ekonomik davranarak karakterler, durumlar, insanlık halleri üzerinden mizah üretmeyi başarmaksa daha büyük meydan okuma.

Bu yazıda son dönemde sosyal medyada çok yaygınlaşan ofansif mizah örneklerinin iyi, ayrıntılı bir dökümü var. Hiç komik değil gerçekten. Cinsel saldırıya uğrayıp öldürülen kızları için aylardır adalet arayan bir aile, onlara ses olmaya çalışan insanlar, öbür tecavüz, şiddet mağdurları ve onların yakınları, vicdan sahibi herhangi biri için, şunun neresi komik olabilir:

.

Ofansif mizahın aşırı örnekleriyle ilgili en çok gündeme getirilen konu, ifade özgürlüğü ve tabu kırıcılık. Bu noktada toplumsal açıdan özgürleştirici gibi görünenle bireylere, mağdurlara psikolojik zarar verme riski yüksek durumlar arasındaki çizgi göz önünden hiç yitirilmemeli. Kara mizah/ofansif mizah arasındaki niyet ve uygulama farkı üstüne düşünmek bu konuyu biraz daha derinleştirebilir.

Kara mizahı çok severim. Gerçekten tabu kırıcı, norm sarsıcı, üzerine konuşulamaz olanı konuşulur hale getiren yanı vardır. Ancak kara mizahın iyi örnekleri, mağduru kötü hissettirmeye, şiddeti meşru kılmaya, hayatı koca bir anlamsızlık denizinde boğmaya hizmet eden bir ‘şok’ etkisinden öte bir amaç taşır. Zıtlıklar, toplumsal ikiyüzlülükler bildik deyişle güldürürken düşündürecek biçimde mercek altına alınır. Küçük bir köpeğin ölümünü gösterdiği için dayanamadığım bir sahnesi hariç, kültürler, kadınlık, erkeklik hallerinden başlayarak her şeyle dalga geçen “Wanda Adında Bir Balık” filmi iyi bir kara mizah örneği. Her izlemede ayrı güldürür beni. Komedinin ilk günlerinden günümüze sayısız güzel örneği var kara mizahın. Şu aşağıdakilerse mizah değil düz zalimlik.

.

“Hadi bir dakika tecavüzden söz edelim… Tecavüz, George Lucas’ın çocukluğumuza yaptığı şey değildir. Tecavüz sporda bir takımın diğerini açık ara yenmesi değildir. Tecavüz, elektrik faturasının bu ay geçen aykinden yüksek gelmesi değildir. Tecavüz, bir insanın başka bir insana en alçakça, en aşağılayıcı biçimde saldırmasıdır; insanın insana yapabileceği sayısız korkunç şey içinde en kötülerden biridir. Bence tecavüz kavramının yaygın biçimde komikleştirilerek gelişigüzel suistimale edilmesi, internet standartlarına göre bile mide bulandırıcı. İçimde kalmasın.” ABD’li yazar/çizer Jeffrey Rowland’ın bu sözüne Murat Aykul’un (çevirisi de ona ait) bir sosyal medya paylaşımında rastlamıştım. Durumu o kadar iyi anlatıyor ki.

Amerikalı kadın komedyen Sarah Silverman da, şu yazıda alıntılanan sözleriyle tecavüzün mizah malzemesi olabilmesine ilişkin sınırları gayet güzel, ironik biçimde çizmiş:

“Söylemeye lüzum var mı? Tecavüz, akla gelebilecek en iğrenç suç. Yine de bir tür çizgi roman fantezisi gibi görünüyor. Tecavüz şakalarının çok riskli, bıçak sırtı bir alanda yapıldığı düşünülüyor çünkü. Komedinin en ‘güvenli’ suları bunlar aslında. Şahane numara: Kim bir tecavüz şakasını şikayet edecek ki? Tecavüz kurbanları mı? Hadi canım! Onlar başlarına gelen tecavüzü bile rapor etmiyorlar ki!”

Hayatımızda yersiz, saldırgan mizahın yanı sıra her konuda akıl almaz bir hadsizlik artışı var. Bir dereceye kadar, hayatın her cepheden üstümüze üstümüze gelişinin sonuçları olabilir bunlar. Yine de cehenneme kendi cephemizden odun taşımaktansa mizahla sağaltmanın daha iyi yollarını keşfetmemiz mümkün. Hayatın zalimliğiyle de, kendisiyle de, yeri gelir ölümle de dalga geçilir. Ama başkalarının gerçek acılarıyla mizaha girilmez.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.