YAZARLAR

Çocuk koruma yerine şiddet savunuculuğu

Hamile çocuklar hastaneler tarafından yasal zorunluluğa rağmen bildirilmiyor yetkili kurumlara. Çünkü son yıllarda artan saldırılar yüzünden siyasi irade ve kamu idaresi yasayı yürütme yetkilerini yerine getirmez oldular. Anne bebek ölüm oranlarının artmasına da yol açan erken evlilik sorunu çığ gibi büyürken çocuk koruma sistemi konulu toplantıya katılan kurum yetkilileri, kız çocuklarını korumanın da gereği olan şiddetle mücadele mekanizmalarını topa tutuyor.

Aralık ayını kadın karşıtlığı kampanyasına dönüştüren gelişmelerden birisi de “Türkiye’de Çocuk Koruma Sistemi ile ilgili Kurumların Rolü” konulu toplantı oldu. Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve Avrupa Engelli Hakları Ağı işbirliğiyle düzenlenen ve ilgili kurumların katıldığı istişare ve koordinasyon çalışmasıydı, yapılan. çocuk hakları ile kadın hakları birbirini tamamlayan konular olduğu halde kadın örgütlerinin çağrılmadığı bu istişareden basına yansıyanlar, kadınlara uygulanan psikolojik şiddet niteliğindeydi.

KDK Başkanı Şeref Malkoç, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Başkanı Süleyman Aslan, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Hakan Çavuşoğlu ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Yılmaz Tunç, koordinasyon toplantısına katılanlar arasındaydı. Toplantıdan yandaş medyaya aksedenler, çocuğun değil ailenin korunması yönündeydi. Ailenin korunması adı altında kadın haklarına saldırı görüldü. Çocuk koruma sistemine dair görüşmelerden kadına yönelik şiddetle mücadele mekanizmalarına saldırı çıktı.

Resmi ve gayri resmi yurtlarda, kurslarda, ev içinde veya kamusal alanda çocukların maruz kaldığı fiziksel şiddete, zorla çalıştırılmadan cinsel şiddete değin her türlü çocuk istismarına karşı işletilen mekanizmalar yoktu bu haberlerde. Uygulamadaki, yargı sürecindeki aksaklıklar da yer almıyordu. Kamu Baş Denetçisi (ombudsman) Şeref Malkoç, boşanmış ailelerde icra yoluyla çocuk teslimi, boşanmaların artışına önlem alınması, kurumunun aile arabuluculuk sistemine verdiği önem gibi konulardan söz etmiş. Kadın hakları ve çocuk haklarının birbiriyle örtüşen ilişkisini de belirtmesine rağmen eril şiddetle mücadele mekanizmalarına itirazdan da geri durmamış:

"Bugüne kadar İstanbul Sözleşmesi, bununla ilgili çıkan yasa dahil Türkiye'nin özellikle basında veya bu konuyla ilgilenen kurumlarla odaklandığı husus, kadına karşı şiddetin önlenmesi. Ne kadar üzerinde duruluyorsa kadına karşı şiddet o kadar artmış. Hangi yasal düzenleme yapılmışsa önlemeyi bırakın, kadına karşı rakamlara baktığımızda şiddet artmış. Burada bir terslik, problem, noksanlık, bir eksikliğimiz var. Bu eksikliğin nereden kaynaklandığını iyi tespit edip, bunu çözmek gerekiyor. Özellikle kadına karşı şiddet, aile içi şiddet konusunda mevcut yasanın, uygulamanın gözden geçirilmesi, yeniden ele alınması gerekiyor."

Çocuk koruma sisteminden eril şiddet savunuculuğu çıkaran kamu baş denetçimiz. Anlaşılan şiddetin sürdüğü ailede çocuğun şiddet kurbanı veya tanığı olarak yaşamasının çocuğa verdiği zararları dikkate almıyor. Üstelik başvuruya dayalı somut olayların, kendine mahsus özellikleriyle bütünden ayrıştırılarak çözülmesini esas alacak kurumsal görevini, sistem analizine dönüştürmeyi de sakıncalı bulmamış. Boşanmaların önlenmesiyle sorunlu ailelerin kendi içinde kapalı kutuya dönüştürülmesinden doğacak sorunlar ve bu yapı içindeki çocuğun göreceği zararı hesap etmek de gelmemiş aklına. Varsa yoksa kadın karşıtlığı, kadın hakları tırpanlandığında, kadının boşanma hakkı, velayet yetkisi daraltıldığında çocuk koruma sistemindeki tüm sorunlar aşılacak zannedildiği izlenimi veren sözler hakim, haberlerde. (Şunu da belirtmekte yarar var ki bu toplantılara bağımsız örgütler ve medya çağrılmadığı için bu ifadeler yanlışsa bile “yandaşın yalancısı” konumundayız). Çok yazık, yazık çünkü “icralık çocuklar” başlığıyla kamuya mal olan sorun, annenin velayet hakkına itiraz için çocukların araçsallaştırılmasından başka bir şey değil. Bu sorunun asıl çözümü ise boşanmanın, kötücül eylem gibi gösterilmesi yerine, çiftlerin çekişmelerine çocuğu araç kılmaktan kaçınacağı, anlaşmalı ve medeni ilişkilerin devamını mümkün kılacak usulde gerçekleşmesine dair tedbirlerden geçer. Ancak kamu baş denetçimiz “kadına karşı şiddet konusunda mevcut yasa yeniden gözden geçirilmeli” sözleriyle İstanbul Sözleşmesi ve 6284 karşıtı koroya katılmayı tercih etmiş. İnsanı öncelemesi gereken kurumun, kadını insan sınıfına dahil etmediği gibi bir izlenime yol açan sözlerle.

Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu Başkanı Süleyman Aslan ise görevini tümüyle unutan, kurumsal yetkisini aşıp üstüne vazife olmayan konulara girerek, görevini ihmal şampiyonu olarak görülüyor, anılan haberde. Kurumlar karşısında insanın haklarını gözeterek hak ihlallerini önlemekle yükümlü kurum. Üstelik ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurumu oluşturmak yerine insan hakları kurumuna “eşitlik” ibaresinin eklenmesiyle görev alanı genişletilmişti kurumun. Her türlü ayrımcılıkla mücadele etmesi, bireylere yönelik suçları ve hak ihlallerini önlemeye dönük çalışma yürütmesi gereken kurulun başkanı, ailenin içindeki insanı değil aile kurumunu korumaya yönelmiş. Hükümetin bu iş için ihdas ettiği bakanlık var ama hazret, kendisini insanı değil kurumu öncelemesi gereken konumda zan ediyor.

Kendi işini bırakıp, başka kurumların yetki ve görev alanına girmekten ibaret de değil kusuru. Daha önemlisi ayrımcılıkla mücadele edecek yegane eşitlik mekanizmasını temsil ettiği halde ayrımcılık suçu, niteliği taşıyor sözleri. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 karşıtı koroya katılmasını protesto etmek gerekiyor. Özür dilemesi ve istifa etmesi gerekiyor. İnsan hakları ve eşitlik kurumunun temsil makamına, gerçekten insan hakları ve eşitlik mekanizmalarını işletme arzu ve yetkinliğine sahip kişiler geçmeli. Çünkü basında yer alan sözlere göre TİHEK ve KDK temsilcileri kendilerini başkanın, paratoneri sanıyor. Seçim öncesi kadınların tepkilerinden başkanı koruyarak, tepkiyi kendi üzerlerine çekerek, iktidarın seçim stratejisine hizmet eder nitelikte ifadelerle kadın haklarına saldırıyorlar.

İnsani gelişme açısından AB ölçütlerine yükselme aracı olması gereken bu iki kurumun sırf “mış gibi” yapmak adına çıkarılan kanunlarla kurulması başlı başına bir sorundu zaten. Kurulların oluşturulma yöntemi ve görevlendirilen (seçilen demek gerçeğe aykırı düşer) kişilerin yansızlığına özen gösterilmeyişi ayrı sorun. Aktif politika yürütmüş, üst düzey kamu görevlerinde yer almış kişilerin, siyasi irade ve kamu idaresi karşısında insanı önceleyeceği ihtimali zaten yoktu. Ama özellikle kadın karşıtı söylemle ortaklaşarak açığa vurmuş oldular, yıllardır süren eleştirilerin haklılık payını. OHAL döneminde, öncesi ve sonrası dahil yaşanan her türlü hak ihlali karşısında lal olan iki kurumun, şimdi çocuk koruma sistemi mekanizmaları konulu toplantıyı kadın karşıtı söylemleriyle baskılamak için kamuoyuna sesleniyor olmaları ibretlik. Yerel seçim sonrasına ertelenerek şifreli sözcüğe dönüşen “bütüncül” çalışma, düzenleme gibi ifadeleriyle yaygınlaşan kadın ve medeni kanun karşıtlarıyla örtüşen sözler, kullanmaları da ayrıca önemli.

İyi denebilecek örnekler de var elbet. Örneğin TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Hakan Çavuşoğlu, konusuna sadık kalıp, sorunların özüne değinmiş görünüyor. İşini iş edinip, uzmanlık ve görev alanıyla ilgili yetki sınırlarına sadık kalan kişileri mumla aradığımız şu dönemde Sayın Hakan Çavuşoğlu kutlanmaya değer. Özellikle de cezaevlerindeki annelerinin yanında kalan çocukların beslenme ve bakım hakkına ilişkin gelen şikayetlerin çokluğundan söz etmesiyle. TBMM Adalet Komisyonu Başkanvekili Yılmaz Tunç ise çocuk istismarıyla ilgili “sağlıklı veriye ulaşma zorluğu” üzerinde durarak yine sonun temelini vurgulamaktan kaçınmamış. Yetkilerinin tırpanlandığı bu tek adam rejiminde bile “iyi ki parlamento var, iyi ki milletvekilleri var” dedirttiler. Tunç, parlamentoda bulunan bütün partilerin, çocuk istismarıyla mücadeleye ilişkin daimi komisyon kurulmasına yönelik teklifleri olduğunu vurgulamış. Tüm partiler teklif ediyor ama parlamento neden komisyon kurmuyor, komisyon kurulsa boşanma komisyonuna mı dönüşür, sorularının cevabı yok kuşkusuz.

Milletvekili Yılmaz Tunç, Yargı Reformu Stratejisi Belgesi'nde 15 yaşından küçük çocukların ifadelerinin, çocuk örselenmeden alınmasına yönelik düzenlemeler içerdiğini de belirtmiş aynı konuşmasında. Tabi hemen önemli bir soru daha geliyor akla. Madem 15 yaş altı için düzenleme var peki 15-18 yaş arası için özel bir düzenleme de düşünülüyor mu? Uluslararası sözleşmelere göre 18 yaş altı çocuk kabul edildiği halde neden çocuk ifadesinde yaş sınırı 15 olur? 15-18 yaş arası çocukluktan çıkmış, ilk gençlik dönemini yaşayan bireyler olarak kabul ediliyorsa eğer bu ülkenin bir gençlik hukukuna ihtiyacı olduğu neden dile getirilmiyor? Neden yasal düzenleme yapılmıyor? İlk gençlik çağındaki çocuklar hukuki haklarına ulaşmak için rüşt yaşını beklemek durumunda kaldığı halde neden suç ve ceza konusunda, diğer çocuklardan ayrıştırılıyor? Hak yok ama suç tanımı ve ceza var, öyle mi? 15-18 yaş arası çocuklara cezai ehliyet atfedilip, yetişkinlerden farklı biçimde ve sürelerde olsa bile cezalandırılmasına rağmen medeni haklarının tanınmayışı çelişkisine hiç değinilmemesi yaman çelişki. Bu ülkenin temel sorunlarından birisi gençlik hukukunun olmayışına bu toplantıda da değinilmezse nerede konuşulur? Çocuk koruma sistemine ilişkin mekanizmaların işleyişi el alınırken ve çok sayıda ulusal kurum ve uluslararası mekanizmalar toplantıda yer almışken kadın haklarına saldırmak yerine ergen haklarını konuşmak toplantının amacına daha uygun olmaz mıydı? Örneğin okul bahçesinde öpüşen çocuklardan erkek olanı, çocuk istismarcılarından bile neredeyse daha ağır şekilde 4,5 yıl hapisle neden cezalandırılır? Şiddet içermeyen ergen deneyimi söz konusuyken iki çocuktan birine suç isnat edilişi de bu toplantının konusu olmalı, çözüm önerileri getirilmeliydi. İki çocuk öpüşüyor, bir başkası görüntülüyor ve diğeri görüntüleri yayınlıyor. Konu dört çocukla ilişkili bir ergen davranışı. Okul idaresi, okul bahçesindeki görüntüyle ilgili basit disiplin işlemi yapmakla yetinmeliyken konuyu savcılığa intikal ettirdiği için bir çocuğun geleceği, gönüllü olduğu anlaşılan eylemle karartılıyor. Fakat öte yandan erken evlilikler teşvik ediliyor. Hamile çocuklar hastaneler tarafından yasal zorunluluğa rağmen bildirilmiyor yetkili kurumlara. Çünkü son yıllarda artan saldırılar yüzünden siyasi irade ve kamu idaresi yasayı yürütme yetkilerini yerine getirmez oldular. Anne bebek ölüm oranlarının artmasına da yol açan erken evlilik sorunu çığ gibi büyürken çocuk koruma sistemi konulu toplantıya katılan kurum yetkilileri, kız çocuklarını korumanın da gereği olan şiddetle mücadele mekanizmalarını topa tutuyor.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.