YAZARLAR

Birini sevmek neden bu kadar zor?

Birini sevmek hep ve daima zorsa, bir yandan zorluğu olabildiğince göze almak ama bir yandan da sevilmeyi, yani başkasının seni sevebilmesini bir parça kolaylaştırmak gerekiyor galiba. Zira yirminci yüzyılda türetilmiş bir mit olarak “olduğun gibi kabul edilme” mitiyle devam edemiyorsun. Öyle bir şey yok...

Aralık sonundayız. Yıl bitiyor. 2019 haydi haydi biter. Bir de bakmışız 2020... Yılların geçişi inanılmaz bir şey. Bir mutfak masası etrafında, Maltepe sigaralarını birbirine eklediğimiz, sabahlara kadar hiç susmadan konuştuğumuz ve birbirimizi neredeyse hiç dinlemediğimiz bir açlık hali olarak gençlik... Dün gibi. Cebeci Umut Sokak’ta giriş katındaki küçük bir öğrenci evinin mutfağında hâlâ bekleyen gençlik. O yılları koynunda saklayan ev olarak kendime ait bir evi değil de bir arkadaşımın evini hatırlıyorum hep. O sokaktan ve o eski binanın önünden her geçtiğimde içeri girip, o evin kapısını çalıp, o mutfakta bir süre oturmak için inanılmaz güçlü bir istek duyuyorum. Belki de her şey bıraktığımız gibidir hâlâ. Çocukluk ise Diyarbakır’dan, birkaç basamak merdivenle çıkılan bir evin eşiğinden dönüyor bana. O eşikte meraklı ve suskun on yıllardır bekleyen bir çocukluk. Bir de yaz aylarında Maden’de çeşme ve ev arasındaki ince ve dolambaçlı patikada, çırpı kollarını zorlayan iki su kovasını, ancak kendi kendisiyle çeşitli bahislere girerek taşıyabilen küçük bir kız olarak dönüyor bana çocukluğum: “Kovaları yere hiç bırakmadan yirmi adım daha taşırsan...” Kim bilir kendine ne vaatte bulunuyor?

Uzay-zamanın bükümleri arasına bir bebek, bir çocuk, bir genç kadın bırakıyoruz yaşayıp giderken. Her biri hem artık çok uzakta, hem de hep oracıkta...

Kar yağıyor Ankara’da. Genellikle sevinç ve neşeyle bitişik gibi görünse de, kar yağışı aslında çok hüzünlüdür. Geçmişin karlı kadrajlarında dondurduğunuz her sesi ve imgeyi geri getirir. Odun sobası çıtırtılarını. Nasırlı elleriyle sırtınızı sıvazlayan meleksi bir dedeyi. Esat’taki diğer bir evde, pencere önünde kar yağışına karşı içtiğiniz sıcak şarabı...

Yağan kar geçen yıl tam da bu zamanlar yazdığım bir yazıyı da alıp getiriyor bu kez. Sonradan bazı okurlar, başlığıyla hatırladıkları o yazımı sevdiklerini ve o yazının kendilerine iyi geldiğini söylemişlerdi. Kendi kendime, yeni bir yıla girmeye sayılı günler kala yazmış olduğum ve okuyanlara iyi gelen bu yazıyı bir tür armağan gibi düşünmüştüm. Kendime ve onlara armağan. Birine iyi gelmekten güzel bir şey olabilir mi şu hayatta? Birinin sana iyi gelmesi var tabii bir de... İnsan sadece kör kütük aşıksa birinin kendisine kötü gelmesine de razı olur ki –bu yazının naif gidişatına hiç uymasa da hatırlatırım- aşkın ömrü üç yıldır. Üç yılı geçirmişseniz, birbirinize biraz iyi gelmelisiniz... Birini koşullar başka türlüsüne imkan verdiği halde duygusal ya da maddi olarak sefil ediyor, tatminsizlikler ve çelişkilerle dolu iç dünyalara hapsolmuş biçimde eşelenip duruyor, sağlığınız yerindeyken onun hayatına küçücük bir renk, bir güzellik eklemekle ilgilenmiyorsanız, zaten kendinizi de onu da pek sevmiyorsunuz demektir.

Bugün eve yürürken, ağaçların dallarında öbekleşmekte olan kar, yüzeylerin parlaklığı ve araba farlarının ışığında dans eden kristaller, o yazıyı yazdıran duyguları da geri getirdi. Bir yandan da her şeye rağmen hiç eksilmeyen o, “Hayat sen ne kadar güzelsin” duygusunun nasıl derinden derine başkalarına bağlı olduğunu ve diğer insanları sevmekle ilişkili olduğunu düşündüm. Belirli bir yaşa geldiğinde hayat sevgisinin başkalarının varlığına ya da sevgisine bağlı olmasını aşma konusunda epeyce bir yol da almış oluyorsun gerçi. Yalnızlığın güçlüklerini biliyorsun, yanındaki, yörendeki insanları hayatından eksiltmemek için yapabileceklerini yapıyorsun ama yalnız da kalabiliyorsun. Yalnızlığın belirli dereceleriyle barışmayan birinin başkasıyla dingin bir hayat sürdürmesi de epeyce zor çünkü.

Hafif, sade ve basit bir sevgiyle bir başkasını sevmek ve hayatına dahil olmak, hayatına dahil etmek bayağı zor bir şey. Her türlü ilişkide, dostluk, arkadaşlık ve aile ilişkileri dahil olmak üzere, bu böyle. Çünkü hayatın bin türlü musibeti, insanların kendileriyle dertleri var. Dişleriyle tırnakları var. Durup dururken ısırıp tırmalayabiliyorlar.

Bu düşünceler bugün başka bir anıyı da sürükleyip önüme getirdi.

Sene İÖ (İbiş’ten Önce) 2010. Judith Butler Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gelmiş. Güzel bir bahar günü. Her şey bir üniversitede olması gerektiği gibi. Heyecanla beklediğimiz, dünya gözüyle göreceğimize sevindiğimiz Butler, “Queer yoldaşlığı ve savaş karşıtı siyaset” başlıklı bir konuşma yapacak. Aziz Köklü salonunda iğne atsan yere düşmez... İğne filan atmıyoruz biz de. Niye atalım?

Sadece sekiz yıl geçmiş üzerinden. Oysa pek çok nedenle bu buluşma insana asırlar önce gerçekleşmiş gibi geliyor. Bugün toplumsal cinsiyet ve queer kuramına katkısı dünyaca bilinen bir filozofa queer yoldaşlığını konuşmak üzere Ankara Üniversitesi’nin bir kampüsünde, değil koca bir konferans salonunu küçücük bir yer bile açamazsınız. Savaş karşıtı siyaset konuşmak üzere herhangi bir akademik toplantı da düzenleyemezsiniz. AKP Türkiye’sinin üniversite kampüslerinin neredeyse hiçbiri böyle özgürlükçü bir düşünce ortamına geçit vermez, veremez artık. Oralarda şimdi sadece, kampüsleri “temizledikleri” için tebrikleri kabul etmekle meşgul ibişler özgür...

Konferans kimimiz için çok verimli geçiyor. Kimisi ise Judith’i evvelce yerleştirdiği yerde bulamadığından bir hayal kırıklığı içinde. Ben kendi adıma dinlediklerimden ve gördüğüm Judith’ten çok memnunum. Tam da beklediğim gibi. Fakat yine de o konferanstan aklımda en çok kalan şey Judith Butler’ın cümleleri değil, daha ziyade bir soruyu hatırlıyorum. Kuşkusuz bu soru da ancak Judith Butler’a sorulabilirdi. Soruyu mümkün kılan Butler’ın kışkırttığı bir düşünce ortamıydı. Kalabalık içinden bir dinleyici söz almış ve ne eksik ne fazla, “Birini sevmek neden bu kadar zor?” diye soruvermişti Butler’a.

Birini sevmek neden bu kadar zor?

Cevabı hatırlamıyorum. Judith Butler esasen bir cevap da beklemeyen bu soru üzerine ne konuşmuştu o da hiç aklımda yok şimdi. O gün orada bulunanlardan biri hatırlar belki. Fakat soru müthiş bir soruydu. Heteronormatif bir toplumsal cinsiyet düzeni içinde yaşarken, bu düzenle belirgin bir sorununuzun olup olmadığından, düzen içi ya da düzen dışılıktan bağımsız bir biçimde, birini sevmek zordur... Kuşkusuz LGBTI+ kimlikler için katbekat daha zordur ama tam da onlar için zor olduğundan, herkes için de zordur. Başkalarının hayatını cehennemi zorluklara sürükleyen bir dünya herkesin cehennemidir... İnsanın içine cehennem bir şekilde sızmamış olsa, bir yetişkinin kimi nasıl, neden sevdiğine niye karışsın ki? Üç günlük hayat...

Başladığımız noktaya dönecek olursak, zaman hızla geçiyor. Sonra işte her şey gelip sana dayanıyor. Birini sevmek hep ve daima zorsa, bir yandan zorluğu olabildiğince göze almak ama bir yandan da sevilmeyi, yani başkasının seni sevebilmesini bir parça kolaylaştırmak gerekiyor galiba. Zira yirminci yüzyılda türetilmiş bir mit olarak, “olduğun gibi kabul edilme” mitiyle devam edemiyorsun. Öyle bir şey yok... Olduğumuz gibi sevilmeye kalkamayız. Çünkü herkes olduğu gibi sevilmek ister. Birbirimizin olduğu şeye birazcık yaklaşmayı denememiz gerekiyor. Yoksa ya sev ya terk et diyen ülkemize benzeriz...

İyi seneler, güzel sevmeler olsun...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.