Boşanma, nafaka, erken evlilik aynı tezgahın ürünü
Eril şiddetin duygusal biçimi kadını, suçlu, kusurlu hissettirmek şeklinde tezahür ediyor. Erkek, kendisi reşit olduğu halde küçük yaşta kız çocuğuyla evlendiği için hapiste. Fakat o küçük yaştaki kız çocuğu artık karısı olduğundan hapse girmesinin sorumlusuymuş gibi üzerinde baskı kurmuş. Dört dörtlük duygusal şiddet örneği…
Boşanmayı terör ilan eden Süleyman Aslan’ın sözlerini kendilerine dayanak görenlerle doldu bu ay gazete haberleri ve köşeleri. Yıllık yüz otuz bin boşanma gerçekleştiği bilgisini paylaşırken insan hakları kurulu başkanı, yıllık evlilik sayısını ise kesin rakam olarak vermemişti. 500-600 bin lakaytlığı ile yansıdı haber metinlerine yıllık evlilik sayısı. Aradaki yüz bin, ihmal edilebilir sayı haline getiriliyordu. Ancak o ihmal edilebilir yüz binin yanına bir otuz bin eklenip boşanma sayısı olarak sunulduğunda faciayla karşılaşmış gibi bir tutup fışkırdı her köşeden. 4 Aralık tarihli yazısıyla Hasan Taşkın da boşanmayı büyük tehlike olarak sunmuş, Aslan’ın sözlerinden geniş alıntılarla.
Diyanet SMS ile “boşama” fetvası verdiğinde bu gazetelerin, yazarların aileyi koruma refleksi neredeydi? Saçma bir soru tabii ki… Çünkü o fetva erkeklere hitap ediyordu. Akıllarınca erkek boşandığında dağılmıyor aile. Sadece kadın boşanma hakkını kullandığında yıkılmış sayarlar o yuvaları. Öyle görünüyor ki bu ülkede boşanmayı sorun sayanların asıl derdi, medeni kanun ve medeni kanunla kadınların sahip oldukları haklar. Boşanma da bu haklardan birisi olduğu için tıpkı nafaka gibi tıpkı erken evlilikler sonucu verilen cezalara itirazlarla koparılan kıyametin ortak adı: Medeni Kanun karşıtlığı ve kadın düşmanlığı.
Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu furyaya Star gazetesi de katıldı. Gazetede nafaka karşıtlığı, “erken evlilik seviciliği”, boşanma korkusu üzerine yapılan pek çok haberin yanında köşe yazıları da yer almıştı. Bunlardan birisi 17 aralık tarihli Yakup Köze yazısı oldu. Diğerlerinden farklı olarak Yakup Köse Medeni Kanun karşıtlığını daha açık şekilde yazıya dökmüş. “Nafaka bataklığı” ile başlayıp geç evliliklerin yasaklanmasıyla bitiyor yazı. Evlilikte yasal alt sınır olan 18 yaşın, erkene çekilmesini istemiş. Buluğ çağında evlendirilmesini istiyor çocukların.
İnsan hayatında biyolojik gelişim aşamalarından birisi olan buluğ, cinsel gelişimin gerçekleştiği dönem. İnsanın sosyal varlık olarak diğer canlı türleriyle arasındaki farkı görmezden geliyor, buluğa dayalı evlilik yaşı talebi. Medeni ilişkilerle, toplum hayatına ve aile hayatına dair sorumluluklarını yerine getirecek zihinsel olgunluk ihtiyacı yok sayılıyor. Diğer yandan dürtü kontrolü yönünde gelişim şansı tanımadan, gençlere, primat yaşam tarzını reva görmek bu. Bir de dini sokuşturuyorlar araya, “dinimizce buluğ çağı” saçmalığıyla. O buluğ çağı yaş aralığının dini hüküm değil, biyolojik gelişme aşaması olduğunu, ve bu yaş aralığının dinde yer almasının din ile bilimin uzlaştığı konulardan biri olduğu bilinmez gibi. Din insana nefis yani dürtü kontrolünü emrederken bunlar çocukları dürtülerinin emrinde yaşamaya teşvik ediyor ve adına "din" diyorlar.
Tabii burada kız çocuklarının cinsel dürtüleri bahane edilerek yetişkin erkeklerin cinsel iştahına, "heva vü" hevesine kız çocuklarını kurban etme alışkanlığı etken. Evlilik yaşı gibi usulleri de tarihsel ve kültürel kökenleriyle, dini dayanakmış gibi sunmaları da malum. Oysa din evlilik için alt, üst yaş sınırları belirtmez. Evlilik için buluğu değil rüştü işaret eder. Yani evlilik yaşını, kişinin, cinsel gelişiminden çok sosyal ve ailevi sorumluluk bilincinin gelişmesiyle ilişkilendirir. Üstelik evlilik ve boşanma usulleri, tarafların hakları konularında örfü işaret eder. Yerel adet ve uygulamalar, her kültürün kendine mahsus kuralları pek az istisnayla değiştirilmemiştir. Yaş ise değiştirilen istisnalar arasında değil. Çünkü evlilik yaşı belirtilmiş değil. Sosyal varlık olan insanın, sosyolojik dokuya uyumuna, zihinsel olgunluğuna değinilir. Tarım toplumu adetleriyle de, endüstri toplumu alışkanlıklarıyla da bilişim çağı yaklaşımlarıyla da çelişki yaratmayacak bir esneklik hakim dinde, evlilik yaşı açısından. Bu nedenle geçmiş adetleri din gibi sunma alışkanlığına verilecek en güzel cevabı da Mevlana söylemiş: Dünde kaldı cancağızım/ düne ait söylenmiş ne varsa / bugün yeni şeyler söylemek lazım. Bugün bizim örfümüz medeni kanun ve medeni kanunla getirilen evlilik yaş alt sınırı, hukuki rüşt yaşı olarak belirlenmiş halde.
18 yaş sınırı da maalesef deliniyor. Layıkıyla keskin hüküm olarak uygulanmıyor. Bazı hallerde anne-baba iznine bağlı olarak 17 yaşında resmi nikah kıyılıyor. Ve kimi durumlarda hakim kararıyla 16 yaşında nikah kıyılmasına izin veriliyor. Kısacası evlilik yaşının erkene çekilmesini isteyenlerin niyeti, on sekiz değil on altı yaşından küçük çocukları, evlendirmek. “Erken evlilik mağduru kadınlar” adıyla oluşturulan platformlar da böyle on altı yaşın altına evlilik izni isteyenler. Zerrece dürüstlük kaygısı taşıyan kişiler, kendi kızları için istemedikleri bu erken evliliği memleketin evladına reva görmez. Ancak CHP milletvekili Atilla Sertel de TBMM basın açıklamasına destek vermekten çekinmedi. Partisi de kadın haklarına açıkça saldırı olan bu talebe verilen desteği, sorun saymadı. Erken evlilik suç ve cezalandırılması gerekir diyebilecek kadar hukuka bağlı olmayan pek çok kişi ve kurum gibi.
Gerçek Hayat isimli medya organı da uzun zamandır kadın karşıtı kampanyanın araçları arasında. Burada yayınlanan dosyalar, haber, yazı ve yorumlar şaşırtmıyor, hatta acıtmıyor bile. Bilindik kadın düşmanlığı. Ancak 10 aralık tarihli Cihan Aktaş yazısı, sözün hakkını tam manasıyla verecek şekilde “dostun gülü” hükmündeydi. “Sekiz bin aile- Gerçek ne orada ne orada” başlığı aslında gerçeği tüm çıplaklığıyla göz önünde sergileyen sekiz bin rakamında. Gerçek sekiz bin rakamında. Neden mi? Önümüzdeki Mayıs ayında üç yılı dolacak olan boşanma komisyonu raporunda, “'erken evlilik mağduru' olarak duygu sömürüsüyle sunulan hapisteki kocalar” hakkında verilen sayı üç bindi. 3 bin kocadan, 3 bin aileden söz ediliyordu. Ayşe Keşir’in söyleminde, raporda, komisyona görüş beyan ederek mağdur olduklarını söyleyenlerin dilinde bu rakam üç bin olarak yansıdı topluma.
Merhamet edilmesi istenen “suçsuz!” erkekleri, kocaları hapisteki kadın ve babaları hapisteki çocuklar için kullanılan üç bin aile rakamı, bugün sekiz bin olarak telaffuz ediliyor. Komisyonun gündem oluşturmasından bu yana kamu kurumları, hastaneler görevlerini yapmadıkları, bakanlık kanunu yürütme görevini aksattığı için sayı üç binden sekiz bine çıktı. Hamile çocukların bildirimini yapmayan hastaneyi kamuoyuna taşıyan, işlenen suçtan bizi haberdar eden sosyal hizmet görevlisinin cezalandırıldığı ancak görevini ihmal ve suiistimal eden yetkililere cezai işlem, hatta yargı yolu bile açılmadığı, siyasi irade erken evlilik lehine tezahür ediyormuş algısı yaratıldığı için sayı sekiz bine çıktı. Henüz üç yıl bile dolmadan sayının bunca artması bizi ve Cihan Aktaş’ı tıpkı duvara toslamak gibi gerçekle burun buruna getirmeli. Ayrıca “bu, nasıl görülmez” dedirten, her kelimesinden eril şiddet fışkıran bir alıntıya yer verilmiş yazıda. “Tek suçu sevmek” mottosuyla sosyal medyada yer alan Mağdur Kadınlar Platformu sözcüsü Mahinur Bilmez’in bir röportajından yapılan alıntı, Mahinur Bilmez’in yaşadığı erkek şiddetini ifşa etmekte. Eşinin bir buçuk senedir cezaevinde olduğunu söylüyor ve çocuklarıyla yaşadığı zorluğa dikkat çekiyor. İçinde bulunduğu şartları anlatırken dile getirdikleriyse maruz kaldığı şiddeti, açığa vurmuş:
“Cezaevinde olması bir yokluk, bizim yüzümüzden yatması ayrı bir yokluk” sözleri kendisine ve çocuklarına uygulanan duygusal şiddetin habercisi. Kocası kendi fiiliyle cezalandırılırken suçu kendi üzerine alıp, kendisini kocasına karşı borçlu hissettiren duygusal şiddet, öyle belirgin ki... Pek çok kadın gibi duygusal şiddetin üzerinde yarattığı baskıyı maalesef çocuklarına da yansıtmış görünüyor. Kocanın, babanın hapiste oluşu kadının ve çocukların suçu değil. Kendi fiilinin karşılığı, oysa… Mahinur Bilmez, maruz kaldığı duygusal şiddeti topluma duygu sömürüsü biçiminde yansıtmakla da görevlendirilmiş anlaşılan. Hapisteki kocadan dışarıdaki kadın şiddet görüyor ancak ideolojik çıkarlarla bu duygusal şiddeti farklı biçime sokarak yansıtmakla da yükümlü kılınmış olması, acı verici. Kadınların uğradığı şiddet biçimlerinin nasıl katman katman iç içe geçtiğine çarpıcı bir örnek oluşturmuş. Sözün devamı da ekonomik şiddeti açığa çıkarıyor: “Eşimin psikolojisi o kadar bozuldu ki, benim çalışmama dahi 'bana bir şey olur' korkusuyla izin vermiyor.” “Ah! Sevgili kadın, bilsen ki, sana bir şey olur korkusu değil o, senin üzerindeki baskı gücünü yitirme endişesi” desem de şimdi kabul etmez tabii. Bu sözlerle kendisine ekonomik şiddet uygulandığını ifşa etmiş Mahinur Bilmez. Ancak pek çok kadın gibi şiddetin bu biçimlerini anlamakta zorlanıyor. Kanuna ve topluma yansıtıyor gördüğü şiddetten duyduğu acıyı. Umalım ki sürdürdüğü bu mücadele yeterince güçlenmesine yardımcı olur da kocası salıverildiğinde kendisini ve çocuklarını muhtemel şiddet biçimlerinden koruyabilir.
Eril şiddetin duygusal biçimi kadını, suçlu, kusurlu hissettirmek şeklinde tezahür ediyor. Alıntıda görüldüğü gibi erkek, kendisi reşit olduğu halde küçük yaşta kız çocuğuyla evlendiği için hapiste. Fakat o küçük yaştaki kız çocuğu artık karısı olduğundan hapse girmesinin sorumlusuymuş gibi üzerinde baskı kurmuş. Dört dörtlük duygusal şiddet örneği… Ayrıca çalışmasına izin verilmeyişi de ekonomik şiddet. Kendi rızkını kazanan kadın, erkeğin kontrol edemediği alana çekilmiş oluyor. Aslında erken evliliklerin altında yatan nedenlerden biri de kontrol merakı. Din, kültür, gelenek filan değil erkeklerin, kadının hayatını yönetme arzusu. Kız çocuklarının henüz şahsiyeti gelişmeden, ergen çağında evlendirilmesi ve bu konumda kızlarla evlenme merakı, tamamen kocaya ve kocanın ailesine itaat ettirilmesiyle ilişkili.
Cihan Aktaş’ın, sorunun diğer boyutu olarak zorbalıktan, zorla evlendirilmekten de söz etmesi kıymetli tabii. Kadını, kendisine musallat olanla bir ömür geçirmeye mahkum eden aile içi ilişkilere de dikkat çekmiş bu yazıda. Toplumsal sorunlara sadece cezai yaptırımla ve genellemelerle çözüm üretilmesine itirazı da muhtemelen devam edecek başka yazılarla açıklığa kavuşur. Ancak her ne olursa olsun rıza kavramını, gönül rızasıyla evlilik söylemini kullanırken çocuğun rızasından söz edilemeyeceği prensibi dikkate alınmalı. Kadın ve erkek arasındaki yaş farkının beslediği, oluşan yaş hiyerarşisiyle kurduğu otoriter ilişkiye, rızadan çok iknaya benzeyen yanına, değinmesini beklerdim, beklerim.