YAZARLAR

Evren Balta: Trump teröre karşı küresel savaşı bitiriyor

Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Evren Balta’ya göre Trump, 2003’te Bush tarafından başlatılan “teröre karşı küresel savaşı” bitirip Amerikan dış politikasını Çin ve Rusya gibi büyük güçlere karşı yeni bir savaşa göre konumlandırıyor. Balta’ya göre herkesin “kemerlerini bağlamasını” gerektiren bu yeni dönem pek çok belirsizlik barındırıyor.

Trump’ın Suriye’den çekilme kararının arkasındaki gayeleri anlamak için güncel gelişmelerin yarattığı perdeyi aralamak gerekiyor. Fakat o perde aralandığında karşımıza çok sayıda felaket senaryosu çıkıyor.

Rol modeli Trump olan popülist, militarist sağ liderler, dinci, milliyetçi, göçmen karşıtı kitlelerin avuçları üzerinde yükselirken, insan hakları, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar “eski dünyanın” hükümsüz kavramlarına dönüşüyor. Uluslararası ilişkileri yüzyıllık mücadelelerin doğurduğu değerler değil, liderlerin pragmatizmi, enerji savaşları, silah ticaretleri belirliyor.

Peki bu yeni uluslararası belirsizlik “düzeni” Ortadoğu’yu, dünyayı nereye doğru sürüklüyor. Dünyanın “liberal değerlere” dönmesi mümkün mü? ABD’nin Suriye’den çekilme kararı sonrası bölgedeki dengeler nasıl değişir? Dahası ABD, Rusya ve Avrupa gibi uluslararası güçler dış politikalarını hangi hedeflere göre yeniden dönüştürüyor? Yanıtları Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Evren Balta’dan alıyoruz…

Dünden beri Türkiye’nin girmek için sınıra yığınak yaptığı Münbiç’e bugün Suriye ordusunun girdiği haberleri geliyor. ABD’nin bölgeden çekilme kararı sonrası yaşanan bu gelişme, Türkiye açısından dengeleri nasıl etkileyecek?

Doç. Dr. Evren Balta

Münbiç, bölge YPG’nin kontrolüne geçtiği 2016’dan beri Türkiye’yi meşgul ediyordu. Türkiye ve ABD arasındaki gerilimin tırmanmasının da en önemli nedenlerinden biriydi. Bu gerilim Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’yla bu yıl haziran ayında yaptığı görüşmeyle büyük oranda çözülmüştü. İki ülke birlikte Münbiç’e dair bir rol haritası belirlediğini açıklamış, ardından da ABD ve Türk askerleri ortak devriye görevi yapmıştı. Fakat ABD’nin çekilmesi kararı hem Türkiye’nin imkân ve kabiliyetini hem dengeleri tamamen değiştirdi. Böylece ABD ile Rusya arasındaki gerilim üzerinden kendine yer açan Türkiye’nin Rusya karşısındaki pozisyonu zayıfladı ve Rusya’nın hareket imkânı arttı. ABD desteği çekilince PYD’nin rejimle mutabakata varma zorunluluğu da arttı. Bunun PYD için en arzu edilir tercih olup olmadığı ayrı bir mesele, ama gelinen noktada Esad ile pazarlık masasına oturmak hayatta kalabilmenin bir yolu olarak görülmüş olmalı.

Suriye ordusunun Münbiç’e ani müdahalesini mümkün kılan koşullar, ABD’nin çekilme kararıyla mı oluştu?

ABD ve Türkiye ne yapacaklarını düşünürken Şam ve Moskova onların hareket alanını kısıtlama arzusuyla bu ani harekatı gerçekleştirmiş olmalı. Bunun Türkiye heyetinin Moskova’ya planladığı ziyaretten bir gün önce olması da bu açıdan manidar. Ayrıca Esad’ın hem Suriye’de, hem bölgede hem de ABD nezdinde dahi konumunu sağlamlaştırmasını bu hamleyi mümkün kılan bir gelişme olarak görmeliyiz. Örneğin daha birkaç gün önce Arap Birliği sekiz yıllık ihraçtan sonra Esad’lı Suriye’yi yeniden üye olarak kabul edebileceğini açıkladı. ABD yetkilileri Esad’lı bir Suriye’yi mümkün gördüklerine dair son dönemde arka arkaya açıklamalar yaptı. Esasen mevcut durum savaşa başından itibaren müdahil olan hemen bütün diğer devletler için Esad’lı bir Suriye’den daha az tercih edilir hale gelmiş durumda.

Münbiç’teki gelişme gibi Trump’ın Suriye’den çekilme kararı da aniydi. Bu kararı Pentagon’un, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Fransa gibi koalisyon ortaklarının itirazları da değiştiremedi. Trump’ın Suriye’den çekilmek gibi ani ve öngörülemez kararları, bu genel yaklaşımı, onun şahsi karakteriyle mi, yoksa yeni ABD dış politikasıyla mı ilgili?

Esasen bu gelişmeleri anlamak, analiz etmek çok zor. Elimizde çok fazla araç yok. Her şey çok hızlı değişiyor. Ben böyle dönemlerde Bush’un Irak müdahalesi sırasında söylediği bir şeyi sıkça hatırlıyorum: “Biz siyaset yapıcılar olarak gerçekliği her gün yeniden inşa ediyoruz, siz de o gerçekliğin peşinden koşuyorsunuz. Ama siz o gerçeği anlamaya çalışırken, biz bu arada gerçeği yeniden inşa ediyoruz.” Bush aynı zamanda “peki o zaman tarih ne” diye soruyor ve kendi sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Tarih çok uzakta ve hepimiz, tarihin gerçekleştiği o noktada ölmüş olacağız.” Şu an esasen bütün bu baş döndürücü gelişmelerle bir tarih yazılıyor. Ya da siyaset bilimi disiplinin sevdiği bir tabirle kritik bir eşikteyiz. Her şey o kadar büyük bir hızla değişiyor ki, örneğin Suriye sahasındaki aktörlerin pozisyonlarına dair bugün söyleyeceğimiz her söz, yarın başka bir aktörün atacağı bir adımla geçersizleşebiliyor. Bakın, bugün Suriye ordusu Münbiç’e girdi ve ABD Suriye’den çekildiğinden beri yapılan pek çok analiz bir anda çöp oldu. 2015’te Türkiye, Rusya’yla savaşın eşiğine geldiğinde kimse şimdiki gibi bir yakınlaşmalarının olacağını öngöremezdi. Altı ay kadar önce ABD’yle gerilimin Türkiye ekonomisini krize soktuğu konuşuluyordu. Ama birden bire ABD için Suriye’den çekilme gibi önemli bir kararda Trump-Erdoğan görüşmesinin etkisini konuşur olduk. Dolayısıyla ben aktörlerin anlık çıkarları ve hareketlerinden daha ziyade, daha uzun dönemli eğilimlerin nasıl şekillendiğine odaklanmanın çok daha önemli ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Zira bugün konuştuğumuz her şey yarın değişiyor.

POPÜLİST LİDERLERİN ÖZELLİĞİ MÜESSES NİZAMA KARŞI KONUMLANMALARI

Peki aktörler neden sürekli bu kadar hızlı ve keskin pozisyon değişikliklerine gidiyor?

Bunun ulusal, uluslararası ve de liderlik tarzındaki değişimlerden kaynaklanan pek çok nedeni var. Örneğin popülist liderler, kendi varlıklarını lideri oldukları “müesses nizama” karşı kuruyorlar. Varlıklarını bunun üzerinden inşa ediyorlar. Soğuk Savaş yıllarında biz hep siyasetçiler değişse de dış politika değişmez derdik. Çünkü siyasi meselelerde en çok dış politika “müesses nizamın” alanıydı. Uluslararası siyasette halihazırda yaşanan kurumların dağılması, belirsizliğin artması gibi faktörlere, bir de kendini müesses nizama karşı kuran popülist siyasetçilerin etkisinin artması eklenince baş döndürücü bir hızla değişmeye başladı her şey.

Popülist siyasetçilerin bir ortak özelliği var mı?

Bence en önemli özellikleri biraz evvel söylediğim gibi kendilerini “müesses nizama” karşı konumlandırmış olmaları. Bütün liderler fikir alırlar, özellikle daha fazla uzmanlık ve bilgi gerektiren dış siyaset alanında “bu işler böyle yapılır” tarzı bir danışmanlık çok yaygındır. Bunun popülist liderler için geçerli olmadığını söylemek mümkün. Kolayca artık böyle yapılmıyor diyebiliyorlar. Örneğin bunu Obama Trump kadar rahat söyleyemedi, müesses nizamın arzularını takip etmek zorunda kaldı. Bir diğer önemli özellikleri son derece pragmatik ve esnek olmaları. Yine pek çoklarına ilkesizlik gibi gözükebilecek bu özellik, popülist siyasetçilerin bence en önemli gücü. Hızla değişen koşullara çok kolay uyum sağlayabiliyorlar. Bu hafta AB karşıtıyken, bir sonraki hafta AB değerlerini yüceltebiliyorlar. Ya da bugün NATO karşıtıyken ertesi gün NATO’nun öneminin altını çizebiliyorlar. Yani ilkeden yoksun olmak bu liderler açısından avantaja dönüşüyor.

Popülist ve pragmatist liderlerin bu “karakterinin” çatışma olasılıklarını da bertaraf etmeye yaradığı söylenebilir mi? Örneğin Rusya ile ABD veya Türkiye ile Rusya arasında gerilimin tırmandığı noktalarda popülist liderlerin esnekliği, gerilimin bir noktada sonlandırılmasını sağlamıyor mu?

İki yönlü bir etkiden bahsedilebilir. Evet, aktörlerin esnekliği, sürekli pozisyon değiştirmesi, birbirleriyle bir küs bir barışık olması hali aktif çatışma olasılığını azaltan bir rol de oynayabilir. Yani bugün düşman gördüğünü yarın kolaylıkla dost görebilirsin. Ama öte yandan karşındakinin hedeflerinin, çıkarının, kimliğinin ne olduğuna dair sürekli bir belirsizlik hali çatışmayı artırıcı, tetikleyici bir rol de oynayabilir. Biz uluslararası ilişkiler disiplininde bilginin/bilmenin çatışmayı azaltıcı bir rol oynayabileceğini söyleriz. Örneğin ortak kurumlara dahil olmanın aktörlerin birbiri hakkındaki bilgisini arttırdığı için çatışmayı azalttığını iddia ederiz. Diğer bir deyişle popülist dış politikanın belirsizlik ilkesi, kurumlara olan düşmanlığı, liderlerin anlık kararlarına bu kadar alan açması çatışma olasılığını artırıyor kanaatimce.

'İLGİNÇ ZAMANLARDA YAŞAYASIN' BEDDUASI YERİNE GELDİ

Çin’de “ilginç zamanlarda yaşayasın” diye bir beddua varmış. Bu bedduanın yerine geldiği bir uluslararası ilişkilere tanıklık ettiğimiz söylenebilir mi?

Kesinlikle. Evet gerçekten duygusal olarak çok yorucu, çok zorlayıcı, çok belirsiz zamanlardan geçiyoruz, ama öte yandan tarihin yeniden yazılmasına tanıklık ediyoruz. Biraz frenleri bozuk bir arabada olmak gibi. Ne zaman, nerede, neye çarparak duracağınızı ve hatta durup duramayacağınızı bilmiyorsunuz. Büyük bir hızla gidiyorsunuz. Korkmak çok normal. Üstelik ne dersek diyelim o arabayı durdurabilme, tamir edebilme görevi de bizim üstümüzde. Bazen isyan ediyorsunuz, freni ben patlatmadım ki ben tamir edeyim diye. Ama işte freni patlatan, arabadan ilk atlayan oluyor, ya da zaten hiç binmemiş bile. Gerçekten ilginç zamanlarda yaşamanın beddualık bir yanı var. Aslında tabii o fren Bush’un Irak’ı işgali ile patladı. Son 15 yıldır sanırım yavaş yavaş İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki tüm temel kazanımların elimizden alındığına tanıklık ettik. Bush liderliğindeki ABD’nin Irak’a müdahalesi demokrasi, insan hakları, özgürlük adına yapıldı ama gelinen noktada bırakın Irak’a özgürlük ve demokrasi gelmesini, bütün dünyada özellikle haklar alanında inanılmaz bir geri çekilme yaşadık.

2003 Irak işgalinden mi söz ediyorsunuz?

Evet ama sadece ondan da değil. 11 Eylül saldırıları ile başlayan, Afganistan’a müdahale ile devam eden, Irak’ı tamamen dağıtan ve bütün dünyada devlet ve güvenliğin tamamen yeniden örgütlenmesine neden olan “teröre karşı küresel savaş” doktrininden söz ediyorum daha ziyade. Anti-terör yasalarının egemenliğin temel aracı haline geldiği, bindiğimiz uçaklardan, kullandığımız telefonlara kadar her tür hareketimizin gözetim altında olmasının normalleştiği, otoriterleşmenin kalıcılaştığı bir dönem bu. “Teröre karşı küresel savaş” doktrini gündelik hayatın her kılcal damarına sızan ve her şeyden tehdit algılayan bir sürekli savaş doktriniydi. Bush’un sekiz yıllık iktidarı sadece Amerika’yı değil, bütün dünyanın siyasi iklimini dönüştürdü. Obama bunun sonuçları ile hesaplaşmak için iktidara geldi, ama bunun sonuçları ile tam olarak hesaplaşamadı. Bir taraftan Bush döneminde kendi “askeri sınırlarını” dünyanın her yeri olarak genişletmiş ABD’nin sınırlarını küçültmeye, ABD askeri varlığını küçültmeye çalıştı, ama öte yandan örneğin insansız hava araçları yoluyla o varlığı devam ettirdi. Örneğin Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesini destekledi. Yemen’de müdahale öncesi cılız olan El Kaide üyeliği bu dönemde çok ciddi bir biçimde arttı. Yani yaklaşık 6 bin askerinin öldüğü, 40 bin askerinin yaralandığı, milyarlarca dolarlık paranın harcandığı, sınırları belirsiz ve giderek kamuoyu desteğini yitiren “teröre karşı küresel savaş” Obama döneminde de biçim değiştirerek de olsa devam etti. Bir yola girdiniz mi, o yola siz girmemiş olsanız da, çıkmak istiyor olsanız da, o yoldan çıkmanız her zaman zordur.

TRUMP BUSH’UN TERÖRE KARŞI KÜRESEL SAVAŞINI BİTİRİYOR

Yani işgal ve savaş siyasetine son vererek bu politikaların ulusal ya da uluslararası maliyetinden kurtulmak isteseniz bile yapamıyor musunuz?

Evet tam da öyle diyorum. Bu tarz kararları geri döndürmek çok zor. Devasa bir biçimde genişlemişsiniz. En az iki ülkeyi yıkmışsınız. Anayurt Güvenliği (homeland security) gibi bir kavram etrafında tüm ulusal bürokrasiyi yenilemişsiniz. Pek çok yeni çıkar ve çıkar grubu yaratmışsınız. Obama tıpkı Trump gibi ben artık bu politikalara devam etmeyeceğim dediği halde, büyük oranda devraldığı mirası sürdürmek zorunda kaldı. Yani en önemli kampanya sözlerinden biri olan ve dünyada “liberal müdahaleciliğin” en korkunç sembollerinden biri haline gelen Guantanamo’yu bile kapatmadı, kapatamadı. Irak’tan çekildi, ama çekilmedi. Ortadoğu’da ABD’nin askeri varlığı azalacak dedi, ama azalmadı. Trump Obama’nın yapacağım dediği ama etkili bir biçimde yapamadığı pek çok şeyi kampanya sloganı olarak kullandı. Tabii çok başka bir yerden ve insan hakları, demokrasi ya da eşitlik vurgusu hiç yapmadan yaptı bunu. Tamamen bir “tüccar” gibi yaptı aslında. Doğrudan Amerika’nın çıkarlarına olmayan hiçbir askeri veya parasal harcama yapmayacağını söyledi. Benim doğrudan çıkarıma değilse, güvenliğini sağladığım aktörler güvenliklerinin maliyetini ödesin dedi. “Küresel teröre karşı savaş” doktrinden bu doktrinin yarattığı felaketleri eleştirdiği için değil, tamamen bunun bana parasal faydası nedir, çıkarı nedir diyerek vazgeçmeye hazırlandığını söyledi. Bence Suriye kararı da bu yaklaşımının bir parçası. Trump IŞİD’e karşı savaşın maliyetini artık karşılamayacaklarını, Erdoğan’ın kendisine askeri müdahale konusunda söz verdiğini, Suudilerin de para vereceğini söylüyor. “İsrail bu karara karşı çıkabilir ama onlara da para verdik. Bu parayla kendi çıkarlarını savunmaya devam edebilirler” diyor. Normatif değerleri kullanarak yapmanın çok zor olduğu bir şeyi, çok pahalı artık yapamam diyerek çok kolaylıkla bırakabiliyor.

Peki bu karar Amerika’nın içe kapanma sürecinin bir parçası mı?

Çoğu insan Trump’ın dış politikasını içe kapanmacı olarak yorumlasa da, bence böyle bir anlama gelmiyor. Kesinlikle Bush gibi liberal enternasyonalist değil, kendi parti tabanında bu fikir yaygın olsa da öyle değil. Hatta bu açıdan dış politikası ne Demokrat ne Cumhuriyetçi. O nedenle kimi hareketlerini hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler eleştiriyor, ya da Suriye kararı gibi iki partiden de hem eleştiri hem destek bulabiliyor.

Yani “özgürleştirici müdahale” dedikleri işgalci yöntemden mi vazgeçiliyor?

Trump için bu herhalde en olmayacak dış politika araçlarından birisi. ABD’de ne özgürleştirici bir rol görüyor ne de müdahaleyi işlevli bir araç olarak değerlendiriyor. Çünkü zaten bu doktrinin dayandığı haklar, demokrasi, özgürlük gibi kavramlarla pek bir işi yok. “Liberal uluslararasıcılık” bu dönemin söylemsel aracı olmaktan çıktı bence. Aslında bir adım daha ileri gidip Trump’ın, Bush döneminde başlayan “küresel teröre karşı savaşı” bitirdiğini de söyleyebilirim.

Peki yerine koyduğu başka bir doktrin var mı?

Bunun ipuçları var. Örneğin 2018 Ocak ayında ABD’nin yeni savunma stratejisi kabul edildi. Suriye kararı sonrası istifa eden dönemin Savunma Bakanı Mattis dedi ki “terörizme karşı kampanyaya devam edeceğiz, ama artık ABD ulusal güvenliğinin ana odağı terörizm değil büyük güç rekabetidir.” Örneğin Trump’ın Sovyetler ve Amerika arasında 1987 yılında imzalanan Orta Menzilli Nükleer Füze Anlaşması’ndan çekilmesi bununla ilgili. Çünkü antlaşma Amerika’nın elini kolunu antlaşmaya taraf olmayan, o zaman zaten bir tehdit de olmayan ve halihazırda nükleer kapasitesini geliştiren Çin’e karşı bağlıyor. Trump diyor ki "Soğuk Savaş’ın kurumları Çin henüz bir tehdit değilken inşa edildi ve bu kurumlar Çin’i sınırlamıyor, oysa beni sınırlıyor ve Çin ile olan rekabetimde beni güçsüz bırakıyor." Keza Trump ABD’nin zaten önde olduğu askeri alanlarda daha da güçlenmeliyiz diyor. Örneğin yeni bir Uzay Gücü kuruldu.

ABD İÇE KAPANMIYOR, SAVUNMA BÜTÇESİNİ GENİŞLETİYOR

Amerikan savunma bütçesinde bu konuda nasıl bir politika izleniyor peki?

Bence bütçedeki eğilimlere baktığınızda da içe kapanmaya hazırlanan bir Amerika görmüyorsunuz. 2017 yılında savunma bütçesi yüzde 10, 2018’de yüzde 13 artırıldı ki, bu büyük bir rakam. Geri çekilmek, kendini izole etmek isteyen herhangi bir hegemonik devlet, askeri bütçesini bu oranlarda artırmaz, uçak sistemini yenileme kararı almaz. Biraz evvel söylediğim şeyi tekrar edeyim. Bush dönemindeki aşırı genişleme ile kıyaslandığında evet kesinlikle bir daralma eğilimi söz konusu. Ama bu daralma eğilimi kesinlikle bir içe kapanma değil. Dünyanın pek çok noktasına doğrudan Amerikan askeri gönderilerek yürütülen “teröre karşı küresel savaş” doktrininin dönemi bitti.

Yani Trump, Bush’un açtığı defteri kapatıyor mu?

Evet. Bence öyle. ABD Savunma Bakanı James Mattis’in istifası çok ilginç. Çünkü Mattis aslında “küresel teröre karşı savaş”ın mucitlerinden. Bu savaşın askeri alandaki doktrinini eski CIA Başkanı David Petraeus ve eski Güvenlik Danışmanı McMaster’la birlikte yazmış olan kişi. Afganistan ve Irak müdahalelerinde yer almış birisi. Trump Güvenlik Danışmanı McMaster ile yolunu daha önce ayırdı. Mattis “teröre karşı küresel savaş döneminden” Trump yönetiminde kalan en önemli isimdi. Onun gidişi bu süreci hızlandıracaktır diye düşünüyorum.

Teröre karşı küresel savaş doktrini nasıl bir stratejiye dayanıyordu?

Klasik bir kontrgerilla stratejisi aslında. Temelde ABD askerlerinin işgalci gibi görünmesinin yaratacağı sorunlara odaklanıyor. Bunun söz konusu olmaması için de mutlaka yerel unsurlarla çalışmanın gerektiği söyleniyor. Gidilen her yerde ABD askeri için bir müttefik bulmanın öneminin altı çiziliyor, bu müttefiki destekleyip güçlendirerek savaşın kazanılabileceği söyleniyor. ABD bunu Suriye’de önce ÖSO ile yapmak istedi ama bunun etkili olmadığını görünce YPG ile yaptı.

Peki silah ve eğitim desteği gerektiren, yer yer çeşitli o müttefikin çeşitli dirençleriyle karşılaşan ABD, neden bu tür savaşları doğrudan kendi askeriyle yapmıyor?

Bunun da birden fazla nedeni var. Bir kere siyasetçilerin elini kolunu bağlayan bir Vietnam Sendromu var. Yani ABD halkı asker cenazelerine karşı duyarlı. Uzak diyarlarda ABD askerlerinin ölmesini istemiyor. Siyasetçilerde bu söz konusu olursa seçim kaybedeceklerini düşünüyorlar. Bir de yine tabii bu bir askeri doktrin. Örneğin Mattis, “eğer Amerika bütün bu ülkeleri doğrudan tek başına yeniden düzenlemeye çalışırsa, büyük bir nefretle karşılaşabilir ve o nefret savaş kaybettirir” diyordu. O yüzden yerel halkın desteğini sağlayıp savaşı da onlara yaptırmak en avantajlı yol olarak görünüyordu.

Mattis’in istifası onun Trump ile askeri önceliklerin değişmesi konusunda anlaşamadığı anlamına mı geliyor?

Tam olarak öyle okumayabiliriz. Mattis’in askeri önceliklerin değişiminden, Trump’ın bu konudaki fikirlerinden haberi olmadığını iddia etmek mümkün değil. Bence asıl sorun askeri mantalite ile Trump’ın kendine has siyaset tarzının çatışması ile ilgili. ABD medyasında çok yazıldı son günlerde, Mattis’in Trump’ı Suriye’den çekilme konusunda hep ikna ettiği, ek süre istediği. Askerlerin mantalitesi her zaman sivillerinkinden farklıdır: “Biz bu yerel güçlerle birlikte savaştık ve onları aniden yüzüstü bırakamayız. Bir çıkış stratejimizin olması lazım” diyorlar. Ya da bir sonraki cephede birlikte savaşacakları kişilerin kendilerine güvenmeyeceğinden korkuyorlar. Bu aslında cephe mantığı. Birlikte ölmekle ilgili. Sanırım Mattis’in Trump’la çatışması Suriye’den çekilip çekilmemekle değil, çekilmenin zamanlaması yüzünden çıktı.

Peki Trump’ın Suriye’den çekilme kararı neden Amerika’da da şaşkınlık yarattı?

Çünkü Trump hiç beklenmeyeni değil, bekleneni, beklenmedik anda ve beklenmedik bir biçimde yaptı.

AVRUPA ORTAK ORDUYU TARTIŞIYOR

Trump IŞİD ve benzeri örgütleri artık doğrudan tehdit olarak görmeyip “geri kalanını” Türkiye’ye havale ederek çekilirken, Avrupa’nın tepkisiyle de karşılaştı. Amerika’nın “teröre karşı küresel savaş” yerine büyük güçlerle mücadeleye, savaşa odaklanan yeni doktrinine karşı Avrupa’nın bir stratejisi var mı?

IŞİD gibi örgütler elbette Avrupa açısından çok daha yakın tehdit. Keza Avrupa, Suriye veya bu bölgede meydana gelebilecek kitlesel göçlerin sınırında. Bölgedeki her tür istikrarsızlık Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor. Üstelik ABD artık Avrupa’yı da koruyan güç olmak istemiyorum diyor. Korunmak istiyorsanız parasını ödeyin diyor.

Macron’un Avrupa ordusu önerisi de bu tartışmanın bir uzantısı mı?

Hem Almanya hem Fransa, Trump’un çekilme kararından hemen sonra “eğer Amerika yapmıyorsa, aktif olarak bir Avrupa ordusu inşa etmek zorundayız” dedi. Zaten geçen sene Avrupa ülkeleri bir askeri işbirliği teşkilatı olarak Pesco’yu (Permanent Structured Cooperation) kurmuştu. Avrupa’da bir Avrupa ordusu fikrine en fazla karşı olan ülke İngiltere’ydi. İngiltere’nin AB’den çıkması, Trump’ın artık NATO’yu desteklemeyeceğini açıklaması Avrupa ordusunu mümkün kılan gelişmeler olarak görülebilir. Bu da daha militarist, kendi ordusu olan ve bunun etrafında yeniden örgütlenen başka bir Avrupa demek. Ortak para biriminin olması bir aşamaysa, ortak ordunun olması bambaşka ve çok kurucu bir aşamadır.

Macron’un ortak ordu önerisi Avrupa’da nasıl karşılanıyor?

Destek var ama ne kadar mümkün olabileceğini bilemiyorum. Önemli olan Avrupa’nın kendi güvenliği konusunda daha ortak bir tavır almak istemesi ve daha kurucu bir irade gösterme arzusunda olması. Ama tabii şunu da söylemek lazım ki her üye ülkenin çok farklı tavrı olacaktır. Çok zor ve çok uzun dönemde sonuçları görülebilecek bir konu bu.

ABD ve Avrupa arasındaki bu gerilim, NATO’nun geleceğini de belirsiz hale getirmiyor mu?

NATO dediğimiz temelde Amerika’dır. Amerika, artık askeri ve parasal maliyetini karşılamak istemiyorum dediğinde, ki Trump bunu diyor, o zaman NATO’nun geleceği belirsizleşir. Fakat NATO’nun kurum olarak gömülü çıkarları, personeli, büyük üsleri, askeri yapılanması, bütçesi, lobileri var ve elbette direnecektir. Bırakın NATO gibi 1949’dan beri var olan büyük bir askeri teşkilatı, sıradan bir bakanlığı kapatmaya çalışsanız bile büyük bir dirençle karşılaşırsınız. NATO’nun aslında son dönemde işlev değiştirmeye başladığını ve eğilimin devam edeceğini söylemek mümkün.

ABD AÇISINDAN ESAS BÜYÜK TEHDİT TERÖR DEĞİL, RUSYA VE ÇİN

Amerika dünyanın diğer büyük güçlerine karşı mücadeleye veya savaşa odaklanırken, karşı cephede, yani Rusya ve Çin’de nasıl bir konumlanış söz konusu?

Çin zaten çok büyük bir ekonomik güç haline geldi. Son dönemde de son derece aktif bir dış politika izlemeye başladı. Dış politikası daha ziyade ticaret partnerlerini genişletmek ve ticaret yollarını garantilemek üzerine. Tabii bunun etrafında çok büyük bir askeri yatırım da var. Trump kampanyasının ilk anından itibaren ana hedeflerinden birinin Çin’i çevrelemek, onun ticari gelişimini durdurmak olduğunu söylüyordu. Bu konuda pek çok adım da attı. Rusya-ABD ilişkisi ise Rusya ve Trump arasındaki bağlara yönelik soruşturma nedeniyle epey karmaşık bir hal almış durumda. Her iki ülkede de Soğuk Savaş sonrası kurulan güvenlik kurumlarının ağırlığı hâlâ var. Rusya, ABD’yi önemli bir tehdit olarak görüyor ve onun gücünü sınırlamayı önemli bir dış politika hedefi olarak sürdürüyor. ABD’deki müesses nizam için de Rusya hâlâ çok önemli bir tehdit. Trump Rusya ile barışma, ticari ilişkileri arttırma, gerekirse Çin’i birlikte dengeleme gibi hedeflere sahipti. Ama Trump’a yönelik Rusya soruşturması ve kendi yönetiminden damadı, avukatı da dahil olmak üzere pek çok yetkilinin Rusya ile doğrudan bağlarının olduğunun ortaya çıkması Trump’ın Putin ile daha güçlü bir ittifak kurmasını engelledi. Zaten halihazırda danışmanlarının da büyük çoğunluğu Rusya karşıtı şahinlerden oluşuyor.

Rusya dış politikasının en önemli hedefleri neler?

Amerika’nın dünya siyasetini tek başına kontrol etmesini sınırlandırmak. Eski Sovyet topraklarına ABD ve AB’nin nüfuz etmesini engellemek, buralarda geçmişteki egemen rolünü devam ettirebilmek. Rus ekonomisi büyük oranda petrol ve gaza dayandığı için, enerji piyasasındaki yerini korumak. Yine benzer bir biçimde dünyanın ikinci büyük silah satan ülkesi olarak silah piyasasındaki bu yerini kaybetmemek, ve hatta genişletmek. Nitekim Rusya Ortadoğu’ya silah satışı konusunda Amerika’yla önemli bir rekabet içinde. Türkiye’deki S-400 ve Patriot füzeleri tartışması da biraz bu genel rekabete bağlanabilir. Ortadoğu, Amerikan silah pazarının birincil müşterisi. Amerikan silahlarının neredeyse yüzde 50’sini Ortadoğu devletleri satın alıyor. ABD bu silah pazarını hiçbir biçimde Ruslara kaptırmamak istiyor. Şu an benzer bir tartışma Hindistan üzerinden de yürüyor. Silah sattığınızda sadece silah satmıyorsunuz çünkü.

Nasıl yani?

Çünkü silah satışı hem büyük bir gelir kaynağı hem önemli bir dış politika aracı. Sattığınız silahın nasıl kullanılacağı, ne zaman tamir edileceği, sattığınız devletin askerlerinin bu konudaki eğitimi vs. üzerinden aslında askeri bir işbirliği de kuruyorsunuz. Dolayısıyla aslında silah alışverişinde bulunduğunuz ülkeyi kontrol edebilme yollarından biri sadece silah satıp satmamak değil, bu satışın yapıldığı anda başlayan süreç. ABD-Türkiye geriliminin arkasında bu vardı. Kongre’nin Türkiye’ye yaptırım uygulamayı tartışmasının da en büyük nedeni Rusya’dan S-400 füzeleri almasıydı.

TÜRKİYE RUSYA VE ABD’DEN FÜZE ALIP İKİSİNİ MEMNUN ETMEYE ÇALIŞIYOR

Ama Türkiye Rusya’dan S-400 aldığı gibi Amerika’dan da Patriot alıyor…

ABD hem pazar payını kaptırmak istemiyor hem de güvenlik konusunda kimi endişelerini öne sürüyor. Rusya’dan alınacak füzelerin NATO güvenliğini tehlikeye düşüreceğini söylüyor. Çünkü füze sistemleri uydu sistemlerine bağlı olarak çalışan entegre sistemler. Füzeler bir tehdidi havada gördükten sonra kendi kendine kalkıp onu vurmuyor. Size karşı bir tehdit yöneldiğinde, uydu sistemleri onu görüyor, senin füzene sinyal gönderiyor ve o füze, tehdidi havada yok etmek üzere harekete geçiyor. NATO’nun füze işletim sisteminin altyapısını ABD sağlıyor. Amerika, Türkiye’ye diyor ki, “eğer S-400’leri alırsan, Rusların, benim ona karşı konuşlanmış olan bu sistemime sızma ihtimali olabilir.” O yüzden de Türkiye’ye, “aldığın Rus füze sistemini NATO’nunkine entegre edemezsin” diyor. Açıkçası bu füze sistemleri bir entegre sistemin içinde yer almadıkları zaman çok da işlevli değiller. Türkiye’nin S400’leri böyle bir sistem olmadan kullanacağı açıklandı. Bir de üstüne Patriot füzelerini alacağı açıklandı.

O zaman ne işe yarayacak S-400’ler?

Ben hâlâ anlayamadım. Kime karşı, nasıl kullanılacak bilmiyorum.

Türkiye Ruslardan S-400’leri alırken Amerika’dan da Patriotları alarak her iki gücü de dengelemiş olmuyor mu?

Tamamen böyle bir şey yapıyor, evet. Dış politika giderek borsada portfolyo yönetimine döndü. Sadece Türkiye için değil, pek çok ülke için. Birden fazla yere yatırım yapayım ki biri batarsa, öbürüne yanaşırım diye düşünülüyor. Böylece tek ata oynamamış oluyorsun.

ABD VE RUSYA’NIN REKABET BAŞLIKLARINDAN BİRİ ORTADOĞU’DAKİ SİLAH PAZARI

Savaşın sürdüğü Suriye ve Yemen, Rus ve Amerikan silah ticareti açısından önemli pazarlar. Dolayısıyla Amerika ve Rusya açısından Suriye’de, Yemen’de, Ortadoğu’da savaş ve çatışmaların devamı daha arzulanabilir bir ortam değil mi?

Hem evet hem de hayır. Hangi savaştan söz ettiğinizle ilgili. O savaş etrafında nasıl bir kamuoyu oluştuğu ile ilgili. Örneğin ABD kendi özel askeri şirketleri üzerinden inanılmaz yüksek meblağlar içeren kontratlar aldığı, kamuoyunun pek de ilgisini çekmeyen Yemen savaşının bitmemesi konusunda gayet memnun olabilir. Ama öte yandan kamuoyunun çok gözü önünde olan Afganistan savaşının bitemiyor olması hükümetin meşruiyet kaybına yol açtığı için bunun devam etmesini arzu etmiyor olabilir. Devam ediyor olması ona rağmen olabilir. Nitekim ABD şu an sadece Suriye’den değil, aynı anda Afganistan’dan askerlerini çekiyor. Bir de tabii devletlere silah satmak, devlet dışı aktörlere silah vermekten daha iyi bir tercih görülebilir. O yüzden savaşın bitmesi ve bir aktörün egemenlik sağlaması ve o aktöre silah satılması tercih edilebilir. Nitekim devlet dışı aktörlere verdiğiniz silahın son tahlilde kimin elinde kullanılacağını, o silahın tetiğini kimin çekeceğini her zaman kontrol edemezsiniz. O silah bir gün sana karşı da kullanılabilir. Ama silahı devlete satarsan, o daha kontrol edilebilir bir aktör. ABD’nin Suriye konusunda tekrar yüzünü Türkiye’ye dönmesinin bir sebebi de bu. Devletlerin devletlerle çalışma konusunda bir tercihi var her zaman. Benzer aktörler çünkü işte.

Amerika’nın silah desteği verdiği Suriye Demokratik Güçleri konusunda böylesi bir kaygısı mı var?

Olabilir. Silah konusu Türk basınında çok çıktı. NATO müttefikimizin silahlandırdığı bir grup bu silahları bize karşı kullanırsa ne olacak diye. Bu Türkiye’nin önemli argümanlarından biriydi. ABD’nin en önemli kaygısı ise YPG’nin Türkiye ile aktif çatışmasının IŞİD konusundaki en önemli aktör olan YPG’nin etkisini zayıflatacağıydı. YPG güçlerinin ABD üslerini terk edip Afrin’e gittiği, bunun da etkili müdahale olanaklarını azalttığı ifade ediliyordu.

İrfan Aktan ve Evren Balta

TÜRKİYE SURİYE’DE 2014 ÖNCESİNDEKİ MİNİMALİST SİYASETE DÖNEBİLİR

Putin, yıl sonu basın toplantısında Türkiye’nin NATO üyesi olmasına rağmen bağımsız hareket edebildiğini ve bunu önemsediklerini söyledi. Fakat Suriye’den çekilmesiyle birlikte Türkiye’nin ABD’ye daha fazla yaklaşacağı görülüyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin hem Rusya hem de ABD’yle arayı sıcak tutma olasılığı var mı?

19'uncu yüzyıldan beri Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin iyileşmesinin maliyeti her zaman Rusya’yla ilişkilerin bozulması oldu. Eğer bu tarihsel eğilim devam ediyorsa, benzer bir bozulmanın kısa-orta vadede ortaya çıkmasını bekleyebiliriz. Fakat öte yandan Türkiye ile Rusya’nın çok güçlü bağları da var. Türkiye, Almanya’dan sonra Rusya’nın en büyük gaz müşterisi. Nükleer santralini Rusya yapıyor. Şimdi S-400 füzelerini aldı. Yani bağlar sadece Suriye’yle sınırlı değil. Elbette Suriye’de çıkarları çatışabilir ama mühim olan, çok bilinmeyenli denklemde Esad’ın, PYD’nin, İran’ın, Rusya’nın, Suudi Arabistan’ın, çekilme sonrası ABD’nin tutumlarını yeniden nasıl belirleyeceğidir. Mevcut genel ortama bakıp ABD’yle yakınlaşan Türkiye’nin sırf bu yüzden Rusya ile gerilim yaşayacağını söylemek kolay değil yani. Çok bilinmeyenli bir denklem bu. Başta söylediğim gibi biz tam şu olur derken, bu aktörlerden biri öyle bir şey yapıyor ki her şey yeniden başa dönüyor.

Türkiye, Rusya’yla karşı karşıya gelmemek için Suriye’de daha etkin olma arzusunu dizginleme yoluna gidebilir mi?

Bu da siyasi seçeneklerden biri. Kürtlerin uluslararası bağını koparmak, onları izole etmek, başka Kürt aktörlerin öne çıkmasını sağlamaya çalışmak gibi, daha ziyade 2014 öncesi daha minimalist bir siyasete de dönebilir Türkiye.

Büyük aktörler açısından belirsizlik sürerken, Kürtler yerelde etkili olan aktörler açısından nasıl bir gelecek söz konusu? Yerel aktörlerin etkisini ve geleceğini büyük aktörlerin hesapları mı belirler?

Kürtlerin diplomasi trafiğini artırmaları, Fransa’yla, Rusya’yla, Şam’la görüşmeleri, ayakta kalmak için çeşitli yeni ittifaklar kurmaya yöneldiklerinin somut örnekleri. Ama tek bir aktörün pozisyon değiştirmesi tüm tabloyu da etkileyebildiği için net bir tahlil yapmak çok zor. Yine de bu hayatta kalma mücadelesinde Kürtlerin taleplerinde daralmaya gideceğini iddia etmek mümkün. Daha hak talepli bir mücadeleye tekrar yöneleceklerini söyleyebiliriz.

YENİ BİR DÜNYA SAVAŞI MI?

Trump’ın başını çektiği ve büyük güçlerle mücadeleye odaklı yeni doktrin dünyayı nereye götürüyor?

Bir kere İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen daha kural bazlı liberal döneme geri dönüş olacağını zannetmiyorum. O düzen bitti. Fakat gidişatın nereye doğru evrileceğini bilmiyoruz. Herkesin kemerlerini bağlaması gerekiyor. İnsanların yeni vatandaşlıklar, vizeler alarak hareketli hale gelmeye çalışması bana son derece rasyonel bir ihtiyaç olarak görünüyor. Çünkü insanlar belirsizliği bedenlerinde bile hissediyor.

Türkiye’de mi?

Kesinlikle sadece Türkiye’de değil! Belirsizlik ve endişe duygusu küresel bir his haline geldi. Otoriter, popülist hareketlerin, dinsel milliyetçiliklerin yükselişi, bu belirsizliği düzenlemeye duyulan bir ihtiyaçtan da kaynaklanıyor.

Bu yeni bir dünya savaşının alametlerinden biri olabilir mi?

Bizi yeni bir dünya savaşı mı bekliyor, yoksa şu anki koşullar aslında öncekilerden farklı bir dünya savaşı mı, bilemiyoruz. İki dünya savaşı, daha önce benzerleri olmayan savaşlardı. Belki şu anki durum da benzeri olmayan bir savaş halidir. Bu ancak bugün tarih olduğunda anlaşılabilecek. Fakat uluslararası ilişkiler teorisi genel olarak, küresel düzenin maliyetini üstlenen imparatorlukların çöktüğü ya da çözüldüğü, gücünü kaybettiği veya stratejilerini değiştirdiği dönemleri belirsizlik ve istikrarsızlık dönemleri olarak okur.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.