Suriye, o güzel ülke...
Suriyeliler sevişiyor. Suriyeliler dans ediyor. Suriyeliler Taksim’de yılbaşı kutluyor. Niçin bu kadar şaşırıyorsunuz? Belki de o bildik, insani keyifler ve neşe anları sayesinde yeryüzünde bir anlığına olsun bir “yer”e kavuşuyorlardır... Belki de sevişirken yeniden “kir” filan değil, insan olduklarını hatırlıyorlardır. Belki de bunları sadece hayat ve beden öyle ya da böyle devam ettiği için pek düşünmeden yapıyorlardır. Belki de artık hiçbir şey düşünmek istemiyorlardır...
“Suriye’nin bir zamanlar yasemin ve fıstık ülkesi olduğunu unutmayalım.” İnsanların kalplerini ve duygularını ayaklandırmazsanız, tahayyül güçlerini yasemin kokuları ve Şam fıstığı ağaçları arasından geçirmezseniz, bir zamanlar sizin de güzel bir ülkenizin, bir ailenizin ve bir işinizin olduğunu kavrayamayacaklarını ve trajedinize empati ile yaklaşmayacaklarını sezdiğinden olsa gerek, Mayada Srouji isimli Suriyeli genç kadın, dokunaklı yazısına bu uzun başlığı seçmiş: “Suriye’nin bir zamanlar yasemin ve fıstık ülkesi olduğunu unutmayalım.”
Mayada o güzel ülkeyi, akşamları güneş battığında, ellerinde mısır koçanları, ellerinde dondurmalarıyla caddelere akan ve alışveriş yapan Suriyelileri anlatıyor. Büyükbabasının elinden tutarak ziyaret ettiği Halep Kalesi’ni, dünyanın ziyaretçilere açık en eski kalesini hatırlıyor. Kaleyi de, büyükbabasını da son kez gördüğünü bilmeden yaptığı o ziyareti...
Savaşın başlamasından sadece bir yıl önce 2010 yılında yazdığı yazıda Sahrap Soysal ise, Halep ile Şam arasını arabayla geçmenin en doğru tercih olacağını söyleyerek şöyle devam ediyor: “Tam Halep ovasının şaşırtıcı büyüklüğüne ve yeşil rengine konsantre olmuşken, birden dikkatimi çeken o çıtı pıtı fıstık ağacı tarlaları bana çok neşeli göründü.” Şimdi ise orada ne arabayla geçebileceğiniz yollar, ne fıstık yeşili, ne Şam, ne de neşenin zerresi var. Güzel ülke Suriye’nin enkazı kanla yoğruluyor. Nasıl yazık…
Mayada’ya dönelim biz, o da sözlerine şöyle devam ediyor: Suriye gecelerini artık hiçbir zaman kalp ağrısı ya da nostalji hissetmeksizin düşünemiyorum. Kuzenlerimle damda nasıl uzandığımızı, yıldızlara baktığımızı ve binlerce şey dilediğimizi hatırlıyorum. Bunlardan biri de kuzenlerimi asla kaybetmemek, onların gülümsemelerini her zaman görmekti. Birkaç gün önce, yıllardır hiç konuşma imkanı bulamadığım kuzenimden nihayet bir mesaj aldım. Yıllarca... Gitmişti. Adsız sansız, “network olmayan bir yere.” “Fakat yüzleştiğim bütün güçlüklere rağmen” diyordu kuzenim, “Suriye’deki anlarımız benim her zaman aşkla takınacağım mücevherlerimdir. Hiç kimse onları bizden alamaz...”
İnsan Suriye’ye ve Suriyelilere bakınca empati kuracak hiçbir şey bulamıyorsa bile, bu trajik iç savaş karşısında hiç değilse kendisinin ve kendi ülkesinin akıbetinin muğlaklığını görebilir. Barışı ve bir arada yaşama kültürünü değil de nefreti ve kutuplaşmayı besleyen hiçbir ülkenin ilelebet payidar kalamayacağını sezebilir. Demokrasi düşmanı otoriter liderler, emperyal güçler ve gözü dönmüş kapitalist hırs karşısında sivil bir insan olarak kendi korunmasızlığını ve çaresizliğini kavrayabilir. Kısacası, savaşta “yerini kaybetmiş” bu insanlara karşı bir nefret örgütlemekten bir parça ürküntü duyabilir. Zira kimin sonunun ne olacağı belli olmaz. Bu yüzden de en azından “mistik” bir korkuyla da olsa, insaflı olmasını bekleyebiliriz insan evladından, değil mi? Heyhat ki onu da bekleyemiyoruz…
Zygmunt Bauman mültecilerin yer değiştirmediklerini, esasen yeryüzündeki yerlerini kaybettiklerini söyler. Yani kaçıp geldikleri ülkede küçücük canlarını sığdıracak bir yerleri kalmamıştır. Geldikleri ülkede de esasen bir yerleri yoktur. Ya da John Fiske’nin “kir” için yaptığı tariften esinle söylersek, mülteci dünyanın kiridir, “olması gereken yerden başka bir yerde bulunan şey’dir.” Yemek masasının üzerindeki temizlik paspasıdır…
Suriye’de her gün 5 bin kişi ülkesini terk ediyor. Birleşmiş Milletler uzmanlarınca hazırlanan Dünya Mutluluk Raporu’na göre, Suriyeliler 2018’de mutlu ülkeler listesinde en dibe vurmuş görünüyor. Mutlu filan değiller yani, hiç korkmayalım… Niçin mutlu olsunlar ki zaten? Ülkede sekizinci yılını tamamlamaya yaklaşan iç savaşta 400 binden fazla kişi ölmüş ya da kaybolmuş. Ülke içinde evsiz ve yerinden edilmiş 6,1 milyonluk bir nüfus var. Ülke dışına 5.6 milyonluk bir göç söz konusu. Savaşın hemen öncesinde, 2011 yılında, 24 milyona yakın olan ülke nüfusunun bugün 17.5 milyon civarına indiği tahmin ediliyor.
Fakat evet Suriyeliler sevişiyor. Suriyeliler dans ediyor. Suriyeliler Taksim’de yılbaşı kutluyor. Niçin bu kadar şaşırıyorsunuz? Belki de o bildik, insani keyifler ve neşe anları sayesinde yeryüzünde bir anlığına olsun bir “yer”e kavuşuyorlardır... Belki de sevişirken yeniden “kir” filan değil, insan olduklarını hatırlıyorlardır. Belki de bunları sadece hayat ve beden öyle ya da böyle devam ettiği için pek düşünmeden yapıyorlardır. Belki de artık hiçbir şey düşünmek istemiyorlardır...
Suriyelilerin bunların hepsini, koca bir dünya ülkelerinin üzerine karabasan gibi çökmeden, evlerine, yurtlarına, bedenlerine ve mallarına göz dikmeden önce de yaptıklarını hatırlarsak, belki de o küçücük sevinçlere ve hayat anlarına göz diken akbabalar olmaktan da biraz utanırız.
Taksim’de ÖSO bayrağı açarak yeni yıl kutlayanların cihatçı olup olmadıklarını da aslında bilemeyiz. Belki de Suriye bayrağı açtıklarında rejim yanlısı görüneceklerinden çekindikleri ve buna izin verilmeyeceğini düşündükleri için “müttefik ÖSO” bayrağı açıyorlardır. Kaldı ki bayrak açanlar gerçekten ÖSO sempatizanı olsa da, bu veriden hareketle, “Ülkemde Suriyelileri İstemiyorum” demek ırkçı bir tepki sergilemektir. ÖSO Taksim’de bayrak açıyorsa hesap sorulacak olanlar, Suriyeli sivil mülteciler değil.
ÖSO ile ittifak halinde düzenlenen harekatları ve genel olarak Suriye’deki savaşı eleştirmiyorsak, bu savaştan Türkiye için bir kazanım umuyorsak bu grupların Taksim’de bayrak açmasının faturasını da mazlum ve mağdur Suriyeli sivillere, yeryüzündeki yerini kaybetmiş mültecilere yöneltemeyiz.
Askerimizin Suriye toprağında hayatını kaybetmesinin hesabını Suriyeli mültecilere soramayız. Çünkü onlar asker değil, onlar düzenli bir ordunun parçası değil, onlar sivil, onların birçoğu belki hayatları boyunca bir silahın kabzasına bile dokunmamış insanlar. Suriye’de kalmış olsalar, kime karşı, neyle ve nasıl savaşacaklardı? Her birinin apayrı bir çıkar gündemi olan onlarca örgüt ve devlet, Suriye’yi yıkıntıya çevirirken, gökten ölüm yağdırırken, ittifaklar bir günden diğerine değişirken, savunmasız, korunmasız sivil insanlara “Git ülken için savaş” demek, ırkçılıktan ve aymazlıktan başka bir şey değil maalesef... Savaşlar at üstünde yapılmıyor, olaylar Diriliş Ertuğrul setinde geçmiyor... İşler artık böyle yürümüyor.
Suriye savaşı karşısında, “Amerikalı Coni, binlerce kilometre öteden gelmişse, ben de girerim oraya” demekten başka bir perspektifimiz yoksa, Suriyelinin yerini ve hayatını kaybetmişliğinde hepimizin bir payı var demektir.
Suriye’nin başkenti Şam, Dünyanın sürekli yerleşim olan en eski şehirleri arasındaydı biliyor musunuz? İnsan böyle kadim bir yerleşim yerinden “yersizliğe” niye kaçsın? Suriyeliler savaştan kaçtılar, aklı olan herkes böyle kirli bir “savaştan kaçar.” Her türlü kaçar...