Aşkın kanununu yazsak yeniden
Sevgi her konuda değil ama bazı temel konularda anlaşmaktır çünkü. Ve bu sevinç, şefkat, anlayış yoksunu dünyada anlaşmak lükstür, lüks!
Türlü çirkinliğe, vahşete boğulmuş, felaket bir haftaydı. Güzellik, üstünde yürünen kırılgan buz gibi, tehlikeli olmakla kalmayıp hovardaca bir lükstü yine. Sevdiğin birini özlemekten, sevdiğin bir kahvenin kokusunu övmeye kadar, her cinsinden bahsediyorum.
Öyle kendi kendine ya da birinci derece yakınlarınla uzun uzun yaşanabilen bir güzellik, iyilik hâli pek olmuyor. Edip Cansever demiş ya, “gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.” Pek çok insanın gülme hakkının elinden acımasızca alınmış olduğu bir dünyada ve ülkede, münferit olan, sevinç oluyor. Paylaşamıyorsun.
Acı akçemiz hiç bitmiyor. Palu ailesinin tüyler ürperten hikayesi gibi tavan arası dehşetler ortalığa saçılıyor. Bu türlerin bizde gelişmemiş olmasının acısını hayat korku-gotik-gerilim işbirliğiyle çıkarıyor. Düzenli olarak mügeanlılanıyoruz.
Bir gün arayla üç kadın erkek şiddetine kurban gitti. Türlü boyutlarıyla çok konuşuldu, yazıldı, en azından adlarını tekrar anmak isterim. Ceren Damar, Buket Yıldız, Zeynep Hüsünbeyi. Cinayetlerin ortak noktalarından biri, yaygın cinnet haliyle değil, planlanarak işlenmiş olmaları. Alan bulan, desteklenen kötülük, mutasyona uğruyor. İlkinin çok farklı boyutları da var: Akademisyenlere yönelik, oluk oluk kanlarla ifade edilip kışkırtılan nefret, üniversitelerin hali, ülkenin hali… Yıllardır aşk diye yutturulan büyük şiddet, taciz hikayeleri, ekrandan fışkıran mafyöz erkeklik… Hepsinin etkisi var.
Bunlar birer kadın cinayeti. “İnsan cinayeti”, “cinsiyetler üstü” falan değil. Gerçekten artık iki adım ileri gidebilmek için hegemonik erkeklik, al işte Oxford yılın sözcüğü seçti, ’toksik’ erkeklik, içimizi çürüten bu egemen erkeklik hâlini bir üstümüzden atmamız lazım. Bu zamanda artık kadın cinayeti diyebilmek gerek. Kadınlar, erkekler tarafından öldürülüyor. Semirtilmiş çarpık aşk kisvesi altında, kopya çeken bir erkek öğrenciyi yakaladıkları, birine ters, öbürüne düz baktıkları için… Üstelik de korunup kollanacaklarını, büyük ihtimalle verdikleri zarar ölçüsünde cezalandırılmayacaklarını biliyor bu katiller.
Hiçbirimiz hiçbir zaman şiddet riskinden muaf değiliz, yarın başımıza ne geleceğini bilemeyiz. Güçlü olmak, kendi ayakların üzerinde durmak da yetmiyor, kapını kime açacağını yüzde yüz kestirebilmen mümkün mü? Ayrıca güçlü olma müessesesinin ‘en lüks’ tarafında da dünya kadar hayat angaryasını yüklenmek yetmezmiş gibi bu kez de pasif agresyonla cezalandırılmak tehlikesi var. Sen misin gücü eline alan. Mutlaka bir yerlerde boyun eğmelisin. Boyun eğdiğin öyle düz sevgi, aşk da olamaz, bunu bir adama kolay kolay yutturamazsın, garantisi yok o duygu işlerinin. Çoğu ilişkiye uzun uzun tutunabilmek için bir tür hizmetkarlığa, neredeyse refleks olarak alttan almaya, eğilip bükülmeye razı olmalısın.
Hiç de bile olmam, pek çok kadın da olmuyor artık. Niye olalım? Öte yandan erkekler başta hiçbirimiz, değer verdiğimizi söylediğimiz şeylere de gerçekte o kadar değer vermiyoruz. Hayat insana bu kadar oyuncak, seçenek, lego, ego şansı veriyorken, kim, niye bir insanda, bir duyguda ısrarcı olsun ki? Dönüyoruz geçiyor.
Aşk ve devam sezonu sevgi, bir konsantrasyon, bir inatla değer biçme işi. Günümüz hayatına en uymayan şey. Tevazunun, iyicilliğin yanı sıra aşık olabilmenin de artık insanı dezavantajlı duygusal gruplar kümesine fırlattığı belli bir şey. Aşk ne ya öyle, köylü gibi?
İroni bir yana, gerçekten de, aşk ne? Bana göre hayata bağlanmanın en leziz yolu. Aynı zamanda bir tür projeksiyon. Güzellik ve coşkun duygularla ilişkimizin altında bu da var. “Beni böyle sev seveceksen,” demenin bir biçimi. Ama kalbiyle az çok irtibatı olan insan bir noktada gerçekten sevmeyi, emek vermeyi, anlamayı, bağlanmayı da öğreniyor. Çocuklar ve kediler bunu çok güzel öğretir mesela. Israrla kendileri olarak, sizinle o biçimde bağ kurarak. Fazlaca travmatik bir ortamda bulunmayan bir kedi, insanın en sağlıklı halinde ulaşabileceği sevilebilir varlık formu. Özel alan duygusu, birliktelik, sıcaklık, sevgiye karşılık verme, sınır çizebilme becerisi. Asla tam anlamıyla sahip olamazsınız bir kediye. En saçma, en adaletsiz fiziki koşullarda bile, kendisidir. Kedi sadeliğine varmamız imkansızsa da kedilerden öğrenebileceğimiz çok şey var.
Çok zor bir haftaydı, biraz iyicil, hafif, umut veren yerden yazmak istediğim bu yazıyı Vedat Milor’a bağlayayım. Bir kafeye dair yazısında damak tadı uyumunun yakın ilişkilerdeki öneminden bahsetmiş Vedat Bey. “Kız buluşmada latte, Americano söylüyorsa o iş başlamadan biter,” demiş. Yazının tümü okunduğunda bilinçlice kışkırtıcı, oyuncul bir öne çıkarma olduğu görülebiliyor bunun. Sosyal medyada yüklenildiği kadar abuk bir durum yok yani. Ayrıca varsın olsun, tercihtir, bize ne yahu? Neden belli bir iyilik, zerafet içinde gelen insanları en azından, oldukları gibi kabul edemiyoruz? Vedat Bey öyle biri. Muhtemelen dünyayı algılama biçimimizin keskin biçimde farklılaştığı yerler vardır. Damak tadım fena değildir, bir kahvenin gerçekten iyi olduğunu kolaylıkla ayırt edebilirim ama latteyi, Americano’yu da pat diye söyleyiveririm, çıldırırsın. Ayıptır söylemesi, sık olmasa da pratik diye suya karıştırmaç kahve içtiğim oluyor, yatacak yerim yok.
Burada o yazının kapsamından çıktığımın altını çizeyim. Dün tartışılan konu beni esasında son dönemde fazlaca tuzağına düştüğümüz ‘pat diye soğuma’ eğilimine götürdü. Düşündüm, hoşça bulduğum bir adamla oturmuşum. Latte söylemesi beni zaten hiç alakadar etmez, soğuyacağım kısımsa galiba garsona ya da bana davranışıyla ilgili olur.
Pek farkında olmayız ama bu ikisi eşit derecede önemlidir. Tavlamak istediği kişiyle zaten üstün olduğunu sandığı kişiye davranış farkı, yakınındakilere ve uzağındakilere davranışları, bir insan hakkında her şeyi söyler. Ondan sonra çok şık ambalajla gelmiş bir zalimi mi seçiyorsun yoksa kahve zevki tartışılabilir, senin okuduğun tüm kitapları okumamış olsa da değerler sistemi, dünyaya dair kavrayışı sana daha çok benzeyeni mi? Orası sana kalmış. Ayrıca yetmez de, gönül bu işte, neye düştüğünün şifresini tam olarak kırmak mümkün değil.
Yine de aşkın tarifini bir nevi otobüs kazası gibi yapmaktan hoşlanmadığım, başıma gelen şeylerden ziyade tercih ettiklerime ve iyicil olana eğilimli olduğum için, eninde sonunda sevgiyi seçerim. Dünyaya dair sezgisel kavrayışımız, mizah duygumuz benzerse, birbirimiz dışında da meşgalelerimiz varsa, birbirimize eziyet etmiyorsak, ahtapot gibi iç içe değil yan yana akabiliyorsak, beraber bir benzincide kötü makine kahvesi içebiliriz bence. Sevgi her konuda değil ama bazı temel konularda anlaşmaktır çünkü. Ve bu sevinç, şefkat, anlayış yoksunu dünyada anlaşmak lükstür, lüks!
“Asıl dehamı hayatıma harcadım, eserlerime ise yalnızca yeteneğimi harcadım,” diyen Oscar Wilde’ın gümbür gümbür görkeminin ardındaki o pelerinsiz ruhunu hep sevmişimdir. Onun tarifiyle bitirmek istiyorum bu yazıyı. “Ne görünüşü için seversin birini, ne kılık kıyafeti ne de son model arabası için. Sadece senin duyabildiğin bir şarkıyı söylediği için seversin.”
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI