Kutsalın yorumu nasıl yapılır?
Newton uzayında bir yerlerde, dondurulmuş bir toplum gibiyiz. Çift yarık deneyi, atom altı fiziği, dolanıklık kuramı, izafiyet teorisi, belirsizlik ilkesi, kaos fiziği, sibernetik, diyalektik anlamadan (bilmeden değil, anlamadan) Kur’an nasıl yorumlansın? Zevk edenlere bir sormalı? Bu topraklardan geçen, ilgilenmediğimiz, önemsemediğimiz canlardan dingin bir can Farabi’ye kulak verelim: “Doğru bir biçimde anlaşılan dinle felsefe arasında çatışma yoktur.”
Kutsal metinlerin yorumu, gerçeklikten alınan payın, yukarıya çıkıldıkça arttığı bir piramide benzer. Yorumcunun; bilgi, irfan, ruhaniyet ve niyetinden, böylece bulunduğu mertebeden bağımsız değildir. Anaokulundan, doktora seviyesine bir ilerlemeye benzetilebilir. Kutsal bir metnin, literal yorumu ile örneğin sembolik, alegorik veya mistik yorumu arasında büyük bir fark olacaktır. Böylesi bir kapsamlılık bizi, Mevlanaların, Yunus Emrelerin bağrında yetiştiği din ile, İŞİD’in savunduğu dinin aynı olması gibi şaşırtıcı bir sonuçla başbaşa bırakır: Platon’un ἀπορητικός diyaloglarında, aporia’da asılı kalmışlığı zevk edinmişlere erişimli olanla.
Bir doktora çalışmasının, kendisinden önce yapılmamış bir yorum, saptanmamış bir olgu olması zorunludur. Onuru ile yapılan her doktora çalışması, ilktir, biriciktir. Özgün ismi Philosophy of Doctorate (Ph.D.) olan bu ünvan, doktorantın artık tek başına; gözlem, deney, ölçüm ve nihayetinde yorum yapabildiğinin kanıtıdır. PhD’nin “felsefe” ilintisi, doktora sahibinin bağımsız dolayısı ile orijinal bir düşünme faaliyetini gerçekleştirdiğinin kanıtıdır: Özgür ve özgün.
Bir sürecin, nihayet erişilen son noktasını yorumlamanın meşakkatli bir iş olduğu, süreci bizzat yaşantılayanlarca bilinir. Örneğin; felsefi düşünmeyi bilimsel dizge olarak ve böylece zirvede tamamlayan Hegel’i, bütünselliği içinde anlamak zor bir iştir. Bir doktora çalışmasının, özgünlüğü nedeni ile, kalabalıklar tarafından anlaşılmasının beklenemeyeceği gibi; içinden, abartmasız binlerce doktora çalışması çıkarılabilecek bir düşünmenin ürünü olan Hegel’in yazdıklarını, “anlayıvermek” olanaklı değildir. Her okuyanın anlayışı ölçüsünde tutunduğu Hegel, zorunlu olarak parçalanacaktır: Sağ, sol, teist, ateist vd. Oysa, özgün olan özgünü; emek, emeği; düşünme çabası, düşünmeyi tanır.
Kutsalın yorumu bunlardan daha zor bir iştir. Bilimsel tutuma, sanatsal duyarlılığın damga vurduğu bir felsefi düşünme ile yoğrulmuştur çünkü. Yorumu yapanın aklının, ruhunun, kalbinin arınma süreçlerini tamamlamış; psişik dalgalanmalarını uyuma/dengeye getirebilmiş olması, yapılan yorumun niteliğinden belli olacaktır.
Örneğin: Kur’an yorumlarının piramidin hangi seviyesinden yapıldığına dikkat edilmelidir. “Yorgunluktan öldüm”’ün gerçekten ölmek olduğunu savlayan bir literal okumaya, “Bak gördün mü ölmedin, hâlâ yaşıyorsun!”; “Ayaklarıma karasular indi” denilince yerde kara su arayan bir anlayışa “Yerler kuru, sen salaksın”; “Bak! Kur’an şu sûrede ak dediğine diğer sûrede kara diyor” seviyesinde, basit, dümdüz bir tutumla, literal okumalar yapmak, rasyonel akıl seviyesi bir akılla yetinmek, aklın devinen doğasını ketleyici bir tutumdur. Dinlerin “artık” gereksiz olduğu; duygusal açıdan çorak, düşünce bakımından yoksul bir tanım olduğu gibi; onlarca yorumdan, yalnızca bir alt yorum türüdür. Bu tür okumalar, özgür ve özgün yorumcularca itibar görmez; bilirler ki, dinin özü tanıklıktır.
Kutsalın yorumuna kalkışmak, deneyimi olmayan samimi bir kişi için; en azından, binlerce yıllık düşünce tarihinin incelenmesini ön-gerektirir. Kutsalın yorumuna, kendisini değil de “ötekini” olumsuzlayarak başlayacak her ilk adım, öncelikle özün bir yansıma, bir çeşitlenme olduğunu kavramalıdır ivedilikle. Bu, özdeşlik ile ayrımın nasıl olup da birbirinden ayrılmaz olduğunun şuuruna varmayı da talep eden bir basamaktır. Din ve felsefenin, en sinsi, dipsiz tuzağı.
Sevgili İzzet Erş’in kaleme aldığı “Kutsalın Yorumu” bu işe soyunan herkesin, okuması gereken kitaplardan. Yazar, yorumlama işinin çok katmanlı olduğuna dikkatimizi çekiyor. Bir alttakini kendisine katarak giden bir sürece işaret ediyor. Piramidin zirvesi bir nokta ile belirlenir ama her şeyi kendinde içeren bir nokta. Bakınız, yorum türlerinin oluşturduğu listeye bir göz atınız:
Literal
Ahlâkçı
Tarihsel
Hermenötik: Sembolik ve alegorik, Tipolojik, Felsefi, Mistik,Talmudik.
Muhkem ve müteşabih
Tasavvufi: Nesfs üzerinden, Nefsin mertebelerine göre
Tevhîdî: Eylem birliği üzerinden, İsim ve sıfat birliği üzerinden, Zâtî, İcmâlî, Amaçlı.
Yalnızca tarihsel okuma bile kendi içinde üç alt gruba ayrılıyor. Kavramın tarihteki yolculuğunu anlamadan (bilmeden değil, anlamadan) nasıl yorum yapacağız? Yukarıda örneklerini verdiğim literal okumalar ve onlara verilen yanıtları tatmin edici bulmak bu işin ilkokulu. “Ateistler, felsefe tartışmalarında ciddiye alınmazlar” gibi çıkarımlara bozulmasın ateistler; çok emeksiz olmalarına rağmen, kibirli bir eminlik içindeler. Yazar, “sonra gelenin, öncekilerden çaldığı” gibi bir anlayışla sıkça yapılan yorum türüne de değinmiş; ateistlerin en sevdiği çelimsiz yoruma. Sürekli omlet pişirilen bir mutfağa; yumurtanın, kabuğu kırılmadan da pişebildiğini ispatlama çabası, boş bir iştir; tekrarı yavandır, en kaliteli yumurta kullanılsa bile tat, yumurta tadıdır.
İzzet Erş çok önemli bir açığı doldurmuş. Kısır çekişmelerin yaşandığı bu alana taze ve çok derin bir nefes getirmiş. Yazarın, örneğin mistik okuma için yaptığı açıklamayı okumanızı öneririm; nasıl da ağır bir yük ve onurlu bir duruştur, deneyimlemediğine mesafeli duran mistiğinki.
Gerçeğin, dolayımlanarak söylenmesinden zevk alabilmek, ne engin bir lütufmuş. Sevgili Ahmet Kip’in şu dizelerinden zevk almak var. Ve hatta, dolayımın zarafetinden yanaklara süzülecek göz yaşları.
Gözlerindendir yansıması varılmazlığının
Uzakların kararsızdır, ürkütür insanı tenhaların
İndirildi mi kirpikler bir kere upuzun yere
Bakışsızlığından muhtemel, anlaşılmaz îmâların.
Sanatsızız, kuruyuz kupkuru. Solduk, tükendik. Sanat ve dinin kaynağının aynı olduğunu -benzer değil aynı- anlamayı reddediyor; çiğ anlayışlarımızdan emin yaşayıp gidiyoruz. Din ve sanatın birlikteliği yaşamın neşesidir. Neşenin, toplumumuzu terk etmesinin suçunu bitimsiz bir çaba ile başkasına atmaya gerek yok. Ateisti ile ilahiyatçısı ile asık suratlı, yüzeyseli dillendirmeye tutkun, tehtitkâr tavırlı, güvensiz insanlar olduk. Güvenimiz pek çelimsiz; güvenin, öze olan güven olduğunu unutmayan dürüst bir bağlantı hepimizde var çok şükür.
Kur’an’ın, bir tevhid kitabı olduğunu aktarır birliğe gelenler. Eylemlerinde, düşüncelerinde, nefsinde birliğe gelmeyen insan, zorunlu olarak onu eksik anlayacak, nefsinin seviyesinde çıkarımlar yapacaktır. Felsefe ile dinin; akıl ile inancın; ruh ile bedenin bir arada düşünülmesine değil; onların ayrılmaz doğalarını anlamaya ihtiyacımız var.
Newton uzayında bir yerlerde, dondurulmuş bir toplum gibiyiz. Çift yarık deneyi, atom altı fiziği, dolanıklık kuramı, izafiyet teorisi, belirsizlik ilkesi, kaos fiziği, sibernetik, diyalektik anlamadan (bilmeden değil, anlamadan) Kur’an nasıl yorumlansın? Zevk edenlere bir sormalı?
Bu topraklardan geçen, ilgilenmediğimiz, önemsemediğimiz canlardan dingin bir can Farabi’ye kulak verelim: “Doğru bir biçimde anlaşılan dinle felsefe arasında çatışma yoktur.”