Bir kıyaslama: İslamofobi ve antisemitizm
İslamofobi, belli bir Avrupalılık ve Avrupalı ol(a)mama karşıtlığına dayalı olarak tesis edilmiş bütün iktidar dillerinin tabi olduğu ortak grameri kullanır. Amerika’nın yerlisi, Afrika’dan taşınan siyah köle, modern Yahudi gibi figürlerle olan aile benzerliklerini görmek, onun genel bir iktidar eleştirisinin mantığı dışında kullanıldığı durumlarda nasıl bir hal alacağını kavramak açısından belirleyici olacaktır.
İslamofobi’nin Avrupa’daki gelişimiyle ilgili kullanılan yaygın bir analoji var. Söylendiğine göre İslamofobi artık antisemitizmin yerini almış, Müslümanlar da Avrupa’nın yeni Yahudisi haline gelmiştir. Tabii yerine getirdiği ideolojik işlev açısından bu Müslüman figürü, İslamcı siyasetin tahayyülündeki ideal Müslüman figüründen önemli farklılıklar gösteriyor. Birçok İslamcının, kendini Yahudilere benzeten bir eleştiridense, Viyana kapılarına dayanmış ecdadının Avrupalılarda yarattığı korkuyu esas olan bir tarihsel anlatıyı tercih edeceğini sanıyorum. Çünkü ancak böyle bir anlatıda İslam, Avrupa’nın mutlak ve eninde sonunda muzaffer olacak düşmanı olarak eşsiz bir tarihsel statüye yerleşecek ve Avrupa gibi dünya-tarihsel bir siyasi gücün tek ciddi alternatifi olma ayrıcalığına kavuşacaktır.
Ayrımcılık uygulamalarını ayrıcalık yaratmanın sermayesi olarak kullanmanın kendine özgü ve paradoksal olan bir doğası vardır: Talep edilen ayrıcalıklı statü, görünüşte kınanan ve ortadan kaldırılması istenen ayrımcılık uygulamalarından beslenir. Tıpkı kendi yaralarından akan kanla beslenen mitoloji kahramanları gibi, günümüz İslamcılığı mutlak ve benzersiz bir kurban olarak tanımladığı Müslüman figürünün yaralarından akan kana ihtiyaç duymaktadır. İslamofobi’nin İslamcı olmayan eleştirisinin yollarını aramak, söz konusu kurban anlatısının ötesine geçebilmek için büyük bir önem taşımaktadır. Antisemitizm ile kurulan analoji, böylesi bir arayışın ilerleyeceği tek açık yol olmasa da, somut ve hazır bir örnek oluşturması açısından dikkate değer bir kıyas zeminini işaret ediyor. Bu kıyaslamayla, sadece bir kurban olarak tahayyül edilmiş Müslüman’ın biricikliğini ortadan kaldırmış olmuyorsunuz; onu ezilenlerin genel tarihine dahil eden bağları işaret etmek yoluyla, bir “kurucu istisna” olarak talep ettiği ayrıcalık ve dokunulmazlıklara da bir sınır çekmiş oluyorsunuz.
Antisemitizmin Avrupa’daki serencamını bu bağlamda ele alarak tartışmayı biraz daha geliştirmek istiyorum. Genelde Yahudi karşıtlığı, zamandan bağımsız, tek biçimli ve tarih dışı bir olgu olarak ele alınır. Oysa Yahudi figürünün Avrupa’daki sorunlaştırılma biçimleri, bugün bulunduğu konuma farklı evrelerden geçerek ulaşan çok biçimli bir nitelik arz eder. Tarihsel açıdan, Yahudi topluluğuyla ilgili ilk düşmanlaştırma biçiminin dini bir karakter taşıdığını söylemek mümkün. Reconquista sürecindeki dini takibattan Rusya’daki pogrom uygulamalarına kadar uzanan bir çizgi üzerinde, geleneksel Yahudi nefretinin açığa çıkmış tarihsel biçimlerini bu çerçeve içine yerleştiriyoruz. Buna karşın, Yahudi karşıtlığının modern bir biçimi olarak antisemitizm, din dışı olması yoluyla ayırt edilir. Elbette, burada da hedef alınan grup belli bir inanca referansla aynı küme içine yerleştirilir. Fakat kovuşturulan veya düşmanlaştırılan şey dini pratikler değil, bir bütün olarak bu inanç topluluğunu oluşturan nüfustur. Dolayısıyla Marx veya Freud gibi ateistler kadar, açıkça din değiştirmiş olan birçok Yahudi de nüfusa dahil kabul edildiği ölçüde antisemitizmin hedefi haline gelebilir.
Yahudi düşmanlığının bu biçimi, Avrupa’nın dini bir birim değil, ulus devletlerden oluşan bir toplam olarak tahayyül edildiği dönemlerde ziyadesiyle işlevsel olmuştur. Bir dini topluluğun oluşturduğu nüfusa aidiyet ile tanımlandığında Yahudi figürü, uluslaşma sürecinin dönüştürülemez ve özümsenemez bir unsuru olarak ortadan kaldırılması gereken bir hedef haline getirilir. Antisemitizmin ırkçılık için bir kök paradigma oluşturması ve Holokost’un insanlığa karşı işlenen suçlar açısından temel bir model olmasının anlamını burada yakalayabiliyoruz. Başka bir deyişle, Yahudi düşmanlığının geçirdiği evrim, siyasal bir ideal olarak Avrupa’nın yaşadığı dönüşümlerle yakından ilgilidir. Yahudi nüfusu Avrupa dışında bir ulus devlet olarak bir araya toplama üzerine kurulu Siyonist idealin, modern çağın “Judenfrage” olarak adlandırdığı Yahudi sorununun çözümü için uygun bir çerçeve olarak görülmesinin nedenini de bu oluşturur.
Yahudi karşıtlığıyla ilgili üçüncü evre, zaten başka bir topluluğun, yani Filistinlilerin yerleşik bulunduğu topraklarda, Yahudi topluluğunun bir ulus-devlet olarak örgütlenmesiyle ilgili sorunlar demetiyle bir arada ortaya çıkıyor. Kimilerinin “yeni antisemitizm” veya “kolektif antisemitizm” olarak da adlandırdığı bu evrede asıl tartışmayı, İsrail’in bir devlet olarak varlığına ve politikalarına yönelmiş muhalefet ile Yahudi düşmanlığı arasındaki ilişkiyi belirlemek oluşturuyor. Kimse İsrail’in devlet politikalarını veya Siyonizmi eleştirmenin açıkça ve doğrudan antisemitik olduğunu ileri sürmüyor, ancak bunun birçok dolaylı yoldan sonuçta antisemitizm ile aynı kapıya çıktığını savunuluyor. Bu “örtük ve dolaylı” ilişkilerin açığa çıkarılması için geliştirilen yorum çerçevelerinde, yukarıda “ayrımcılıktan ayrıcalık üretmek” adını verdiğim zihniyetin gölgesinin düştüğünü sık sık görebilirsiniz. Antisemitizm eleştirisi, İsrail’e meşru ve gerekli itirazları değersizleştirmek ve onu dokunulmazlık zırhına büründürmek adına yapıldığında, ırkçılık ve ayrımcılık karşıtlığı olarak değerine ilişkin tartışmalara da davetiye çıkarılmış oluyor.
İslamofobi’yi antisemitizm ile kıyaslarken ilk ayrımı, onları mümkün kılan tarihsel koşullar arasındaki farkta görüyoruz. İslamofobi, ulus-devletlerin inşa edildiği dönemlerin değil, aşındığı ve güç kaybettiği söylenen bir küreselleşme çağının ürünüdür. Bu ayrım, Müslüman figürünü sorunlaştıran çerçevenin, ulus aşırı bir siyasal bütün olarak tasarlanmış Avrupa olduğunu görmemizi sağlıyor. Diğer yandan, bu bütünün din ve kültür arasındaki özel bir bağ üzerinden kültürel bir oluşum olarak kurgulanması, geleneksel dini çatışma çerçevesi ile İslamofobi’nin tezahürleri arasındaki ayrımı görmemizi sağlıyor. İslamofobi’de hedef olan şey, dindar ve inançlı bir topluluk olarak Müslümanlar değil, İslami bir kültürle şu veya bu nedenle ilişkili görülen nüfusun bütünüdür. Kültür, kimilerinin sekülerlik sonrası dediği bir çağda, İslam’ın siyasi bir aidiyet referansı olarak mümkün hale gelmesinin zeminini oluşturmaktadır.
Burada nüfusu hedef alması açısından ırkçı ve modern, ama etnik birimleri aşan bir ölçeği hedef alması bakımından geleneksel Yahudi düşmanlığıyla benzeşen bir ayrımcılık türüyle karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Avrupalılık karşısında İslam söz konusu olduğunda, İsrail türü çözümlerin uygulanabilir olamaması bununla ilişkili. Bilakis, Avrupa dışı Müslüman olmayan ulus devletler kadar, Müslümanların çoğunlukta olduğu ulus devletleri de İslamofobi’nin sorun çerçevesi içine alan etmen bu. Ancak burada başka bir benzerliğin daha ortaya çıktığına dikkat etmek gerekiyor. İslamofobi, sık sık İslamcılığın mümkün ve haklı eleştirilerinin önünü kesmek için bir silah olarak kullanılabilmektedir. Tıpkı antisemitizmin Siyonizmin eleştirilmesinin önüne geçmek için kullanıldığı “yeni antisemitizm” kavramlaştırmasında olduğu gibi. Bu iki durumda da ayrımcılıktan ayrıcalık üretme mantığının farklı örneklerini görüyoruz.
Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlerde veya azınlık oluşturduğu cemaatler içinde ortaya çıkan insan hakları problemlerini eleştirmeyi, İslam inancının dayandığı ilkeleri, uygulamaları veya peygamberini değişik perspektiflerden eleştirmeyi İslamofobi olarak kodlamak bu tarz bir muafiyet talebinin en rahatsız edici boyutunu oluşturur. Böyle bakılacak olursa, İslamofobi’nin ilk tarihsel tezahürünün Kemalizm ve liderinin de Mustafa Kemal olduğunu söyleyen İslamcılara, ilk tarihsel tezahürün peygambere açıkça düşmanlık eden “Mekkeli müşriklerin” eseri olduğunu ve liderinin de Ebu Cehil olduğunu söylemek son derece haklı olurdu. Kısacası, İslamofobi’yi, “İslam’a dair olumsuzlayıcı bakışın Müslüman bireylerle yansıtılmış hali” olarak tanımlayan bakış açısı, mantıksal olarak anakronizme düşmekten kurtulamaz. İslamofobi eleştirisinin gayrimeşru kullanım biçimleri, onun bir ayrımcılık eleştirisi olarak değerini tartışmaya açan, İslamcı şiddet hareketleriyle bağlantılı kişiler ile işinde gücünde olan dindarlar arasındaki farkı belirsizleştiren en sorunlu yaklaşımı oluştururlar.
Siyasal iktidar hedefiyle davranan ve uyguladığı taktik ve stratejileri İslamofobi eleştirisi üzerinden meşrulaştıran İslamcılığın hükümran dilinden kurtulabilmek için, bu özürcü ve araçsal kullanımın eleştirisini yapmak büyük önem taşımaktadır. İslamofobi, çokkültürcü toplumların yaşadığı krizden doğan, sonradan dünya ölçeğindeki şiddet ve dışlama politikalarıyla bütünleşen postmodern bir ayrımcılık ve tahakküm söyleminin adıdır. Önemi ve anlamı, bu tarz bir ayrımcılık ve tahakküm stratejisini eleştirmek yoluyla, toplumsal barış ve insan hakları ilkeleri üzerine kurulu bir ortak hayatın tesisine yapacağı katkı üzerinden alır. İslamofobi, belli bir Avrupalılık ve Avrupalı ol(a)mama karşıtlığına dayalı olarak tesis edilmiş bütün iktidar dillerinin tabi olduğu ortak grameri kullanır. Amerika’nın yerlisi, Afrika’dan taşınan siyah köle, modern Yahudi gibi figürlerle olan aile benzerliklerini görmek, onun genel bir iktidar eleştirisinin mantığı dışında kullanıldığı durumlarda nasıl bir hal alacağını kavramak açısından belirleyici olacaktır. Müslüman figürü Batı tarihinin istisnai ötekisi değildir, Avrupa’nın kendini siyasal olarak tasarlarken başvurduğu “kurucu dışarıda” ikamet eden referanslardan sadece biridir. İdeolojik işlevi açısından tarihi bir ayrıcalığı veya muafiyet tanımayı gerektiren, Müslümanların öznel yargıları dışında hiçbir haklı gerekçe yoktur. Budizm ne kadar ötekiyse İslam da o kadardır ve iktidarın mantığı açısından durum budur; ne eksik ne de fazla.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI