YAZARLAR

Sosyo-politik iklimimizin ‘mümtaz’ programı

Sosyo-politik iklime mükemmelen uyarlanmış programlar dururken görme ve düşünme tarzlarımızı değiştiren veya değiştirme potansiyeli taşıyan sanatçılar, bilim insanları, entellektüeller payelendirilip sırtları sıvazlanacak değil her halde. Onların payına olsa olsa değişik biçimlerde susturulmak düşüyor. Ve susturma sadece iktidar namzetlerinden gelmiyor, onlarla suç ortaklığına soyunan farklı kesimlerden epeyce insan var ülkede.

Handiyse onbir yıla varan yayınıyla tek kelimeyle fenomen olan bir tv programı, Müge Anlı’yla Tatlı Sert adlı program ‘Palu ailesi’ olayıyla kısa bir süre önce gündemin ön sıralarına yerleşiverdi. Üzerine yazıldı, çizildi ve Körfez Sulh Ceza Hâkimliği, davanın selameti vs diyerek konu hakkında yayın yasağı getirdi. Az çok bu programı izlemiş olanlar, getirilen yayın yasağının ‘davanın selameti’ ile pek de alâkası olmadığı çıkarsamasını hemen yapmışlardır eminim. Hele bir de ülkenin pek çok mahkemesinde her gün gerçekleşen ‘hukuk’ maskaralığı düşünülünce, yayın yasağının ardında başka tür kaygıların bulunduğundan şüphelenmemek elde değil.

Programın gündem oluşturan vakası, programa şimdiye dek konu olan olaylar dikkate alındığında olsa olsa onları yatay kesen temel özelliklerin billurlaşmış halinden başka bir şey değil aslında. Tatlı Sert’in temel konseptini oluşturan bu vakanın benzerleri çoğunlukla. Dudak uçuklatacak cinsten ne olaylar, ne olaylar var programda!

Aslında programın, kurgulanışıyla seferber ettiği anlayışın, kullandığı dilin yanı sıra ülkede hukukun ne hallere düştüğünün iyi bir örneğini oluşturduğu çok açık. Bu nedenle de mahkemece verilen yayın yasağı anlamını daha bir idrak ediyor. Demem o ki programı bir süre izlediğinizde anlıyorsunuz ki polise, jandarmaya ve savcılıklara bir biçimde gelmiş, takipte olan veya beklemekte olan veya sonuçsuz kalmış olaylar programın konusu haline gelmiş. Yani programın yapımcı ve ekibinin söz konusu kamusal faillerle işbirliği içinde programı kotardıkları gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Hukuk alanına dahil failler tarafından yerine getirilmesi gereken görev ve sorumlulukların en azından bir kısmının bizzat program tarafından üstlenildiğine şahit oluyorsunuz. Dolayısıyla program, haydi kolaylık olsun diye programın ‘ideolojik vasfı’ ile diyelim, bu vasıf ile birlikte devlet aygıtıyla arasındaki ilişkiler sonucu, neredeyse müşteki sıfatına haiz gündelikli, kumanyalı seyircileri, her daim görevlendirilmiş avukatı, psikiyatristi ile birlikte adeta bir mahkeme vasfı kazanmış bir baskı aygıtı olarak çalışıyor.

Yayınlandığı kanalın siyasal iktidarla ilişkisi, göz ardı edilmemesi gereken bir nokta olsa da programın baskı aygıtı olarak iş görüyor olmasının sadece küçük bir parçası o kadar. İktidarın her türden iltifatına mahzar oluşu, söz gelimi, sadece örnek olması babında, E. Erdoğan’ın kadınlar onuruna verdiği iftarın veya Huber Köşkü’deki iftarın ya da yemin töreninin Müge Anlı’nın önde gelen davetlilerinden olması, programın seferber ederek günlük dozlarla zerk ettiği anlayıştan ötürü asıl olarak.

Genel çerçevesi itibariyle neo-liberal, neo-muhafazakâr olarak tanımlanabilecek bu anlayış, programa hâkim olan ve sembolik baskı anlamına gelen ahlâkçı, eril, heteroseksist, şovenist, milliyetçi bir dil kullanımıyla her sabah günlük doz biçiminde zerk ediliyor mütemadiyen. Programın her günkü yayınlarında attıkları adımın, yaptıkları seçimin bedellerini ödemek zorunda oldukları hatırlatılıyor mağdurlara ve mağdur yakınlarına, akıllarını kullanmamakla, öngörülü olmamakla suçlanıyorlar değişik şiddetteki paylayıcı üslupla. “Her koyun kendi bacağından asılır” düsturuyla hem stüdyodaki hem de ekranların başındaki izleyiciler disipline ediliyor.

Programa konu olan olaylar üzerinden değişik vesilelerle polislere, asker ve jandarmalara, savcılara iltifatlar yağdırılarak her düzeyde düzenimizin bekası açısından onlara ne kadar çok şey borçlu olduğumuz hatırlatılıp örgütlü şiddet baş tacı ediliyor. Uzunca bir süredir maruz kalınan orantısız güç kullanımına meşruiyet kazandırılmış oluyor kolay yoldan. Deyim yerindeyse sürüler kadar çobanlar da disipline sokuluyor.

Programın bir baskı aygıtı olarak iş görmesinin bir diğer özelliği, ‘mümtaz Türk ailesi’ imgesini ayakta tutan ve olabildiğince güçlendiren bir söyleme sahip olması. Bunu, programda yer alan tecavüzünden istismarına, dolandırıcılıktan hırsızlığa, darptan, öldürmeden alıkoymalara kadar her biri birbirinden vahim olan olayların faillerinin kahir ekseriyetinin aile ve/veya yakın akrabalar olmalarına rağmen ve fakat işin gerçeği, ancak bunlar sayesinde başarıyla seferber edebilecek olan bir söylemle gerçekleştirmesi. Mağdurların ve faillerin aynı aileden, akrabalardan olması karşısında programda sürekli olarak tekrarlananlar ‘annelik bu değil, çocuk dediğin böyle olmaz, bunlar babalığa, amcalığa yakışmaz, bu ne ağabeyliğe, ne ablalığa sığmaz vs’ türünden yargılar. Böylesi yargılarla bireylerin içinde yaşadıkları ailevi ilişkilerle, akrabalık ilişkileriyle hayali ilişkisi maddiliğiyle birlikte pompalanmış oluyor. Muhayyel bir aile ve akrabalığın taşları onarılıp güçlendiriliyor. Bu yargıların her biri birer buyruk, formül mertebesinde. Bunların rehberliğinde önümüzdeki ufuksa damarlarında hafif veya şiddetli ataerkinin akıp durduğu ‘sevecen ve şefkatli’ kanatlarıyla bizi sarıp sarmalayan bir aile imgesinden başka bir şey değil.

Programı izlerken kimi olayların vahametinden zaman zaman insiyakî olarak “yok artık, gerçek olamaz bu” diye ağızdan çıkıveren veya “yok canım bunlar kesin kurgudur” türünden itiraz cümlecikleri, aslında, o sözü edilen imgeye yatırım yapan söyleme nasıl kolayca kapılındığının delili. Ya da daha basit haliyle seyredilenin ‘münferit’ olduğunun kabulü, hem ortaklaşa hem de bireysel hayatlarımızı yöneten ailevi ilişkilerle olan ilişkilerimizin söylemsel düzenekle bir anlamda nasıl tasarlandığının bir diğer işareti.

Ahlâkçılığı şiar edinmiş programın konu edindiği sansasyonel olaylardan ‘dersler çıkarma’ görevine çağrılıyor izleyiciler, ‘ne düşünmek, nasıl düşünmek gerektiği’ dayatılarak. Beri taraftan, aşırılıkta sınır tanımayan ve deyim yerindeyse ‘vahşi’ kurgularla bir yandan en basit itki ve duygularla gıdıklanıyorlar, diğer yandan bir çeşit röntgencilik ve teşhircilikle tatmin ediliyorlar.

Kaba hatlarıyla resmetmeye çalıştığım program, hali hazırda neo-liberal isterlerle harelenmiş muhafazakâr zihin yapılarını güçlendirerek sosyo-politik iklimimizin adeta ‘mümtaz’ programlarının ön sırasını işgal ediyor. Aldığı reytinglerle toplumda karşılık bulan programın ‘mümtazlığı’, aynı zamanda, 2018 Ocak ayının hemen başında, cumhurbaşkanı ve eşinin saraydan programa canlı bağlanmasıyla tescil edilebiliyor üstelik. Sosyo-politik iklime mükemmelen uyarlanmış program dururken görme ve düşünme tarzlarımızı değiştiren veya değiştirme potansiyeli taşıyan sanatçılar, bilim insanları, entellektüeller payelendirilip sırtları sıvazlanacak değil her halde, değil mi? Onların payına olsa olsa değişik biçimlerde susturulmak düşüyor. Ve susturma sadece iktidar namzetlerinden gelmiyor, onlarla suç ortaklığına soyunan farklı kesimlerden epeyce insan var ülkede.

Bitirmeden küçük bir not: ‘Palu ailesi’ olayı üzerinden İrfan Aktan’ın Nükhet Sirman’la yaptığı söyleşi twitter hesaplarını bayağı hareketlendirdi. Özellikle Sirman’a, ama Aktan’a da yöneltilen hakaretler, en basit akıl yürütme kurallarından yoksunluğun ve anlama melekesinin hasara uğramasının ne düzeylere vardığının yanı sıra, antientellektüel tutumun yaygınlığına ve her daim alesta beklediğini gösteriyor. Bu açıdan gözden kaçmaması gereken nokta, bir araya gelmeleri zor görülen farklı kesimlerin bu açıdan kolayca ortaklaşabildikleri ve uzlaşabildikleri. Başka örneklerini de gördüğümüz bu antientellektüel tutum, yılbaşında Taksim’e çıkan Suriyeli gençler üzerinden hemen açığa çıkıveren ve yine farklı kesimleri ortaklaştıran Suriyeli karşıtlığı ile bir arada, çok ama çok tehlikeli sularda yüzdüğümüzü bir kez daha gözümüze sokuyor. Bunlara demagojik itaatkârlıkla birlikte biteviye duyguları kaşıyan ve şiddeti yaygınlaştıran pratikleri eklediğimizde manzara daha bir kararıyor maalesef.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.