Birey olmak ve hayal kırıklığı
İşçiler diye bir kalabalık yerine tek tek -ve aslında sürekli güvencesiz hale gelen- çalışanlar olması, vatandaş olmanın ortak güvencesini paylaşan yurttaşlar yerine korkularla yönetilebilen savunmasız bireyler olması, siyasetin şahsileşmesini her yere yayıyor. İnsanlar özgürlük diye sunulan bireysellikte ilerledikçe, sadece yalnızlıklarını keşfediyorlar.
80’li yıllarda neredeyse her alanda kullanılan, her şeyi açıklayan anahtar gibi bir “birey olma” lafı vardı. Açıklayıcı bir kavram olmaktan çok bir bilimsel, ahlaki, hatta siyasi mecburiyet gibi tarif edilirdi. Çocuk eğitiminden sanata, ekonomiden siyasete kadar her alanda neredeyse tartışmasız biçimde ve çoğunlukla pozitif vurgulu biçimde kullanımdaydı. O zaman, henüz özel televizyonlar, beslenmeden eğitime, aşktan inanca kadar her konuda akıl veren profesyonel yorumcular yoktu ama bütün popüler alanlarda “birey olmanın” önemi anlatılıyordu. Bu anlatı, önemli bir ekonomik değişimle birlikte yüksek ivme kazanmış üçüncü kentleşme dalgasıyla ve iletişim devrimiyle de paralel yürüyordu.
Aslında “birey olmak”, bireysellik çok yeni bir şey değildi, modernizmin, aydınlanmanın da önemli motor kavramlarıydı. Ancak 70’lerde ve daha güçlü biçimde 80’li yıllarda neoliberalizmin akıl yürütme ve “akıl yükleme” çalışmalarında, yeni bir anlam ve içerikle yeniden yorumlandı, ekonomik ve siyasi modelin önemli ideolojik dayanağı haline getirildi. Dünyada 60’lar ve daha çok 70’ler boyunca gelişen toplumsal hareketliliğin, sosyal devlet uygulamalarının da beslediği enternasyonalist-toplumcu fikirlerin geriletilmesi ve başta emek örgütlenmesi olmak üzere ortak direnç alanlarının zayıflatılması için çok kullanışlıydı. Daha alttakiler, hatta kendi gibi olan diğer insanlar ve birlikte olmak daha az önemliydi artık.
Bir taraftan uçaktaki “önce kendi oksijen maskenizi takın, sonra çocuklarınızın” anonsu kabalığında bir ekonomik rasyonalizm, bir yandan da düşünmeye değer başka pek bir şey olmadığını söyleyen bencilliğin özgürlük olarak pazarlanması. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlara” zinciri yeniden tarif etmekti yapılan. Zincir, onları sisteme köle eden pranga olmaktan çıkartılıp, insanları birlikte davranmaya zorlayan ayak bağı olarak anlatılmaya başlandı. Birlikte kazanılacakların yerine, birey olarak kazanılabilecekler konuldu. Sistemin toplumsal desteğinin merkezine oturtulan ve herkesin dahil olmaya can attığı bir genişliğe kavuşan orta sınıf (direk), “birey olmanın” rasyonel ve moral avantajlarına çok kolay ikna edildi.
Dalga Türkiye’ye biraz daha geç ulaştı belki ama çok hızlı sonuç aldı. Çünkü 12 Eylül rejimi gibi ekonomiden siyasete, toplumdan kültüre kadar her şeyi yukarıdan aşağıya yeniden biçimleme imkanıyla beraber yürüdü. Dönemin lideri Turgut Özal, televizyona çıktığında işçilere, köylülere, kalabalıklara değil kalemiyle işaret ettiği bireylere konuşuyordu. Bütün dünyadaki benzerleri gibi siz değil sen diyordu: “Boş ver ötekileri, sen daha çok kazanabilirsin, daha çok alabilirsin, gereğini yaparsan daha çoğuna sahip olabilirsin. Dünya koskoca bir köy olacak, proletaryaya, başkaldırıya artık elveda denilecek, ‘hak etmeyenlerin’ eksiklerini tamamlamaya çalışmazsan hem daha çok para, hem daha çok özgürlük kazanacaksın. Yapılması gerekeni değil, yapman gerekeni düşün.”
Bugün bütün dünyada yaşanan ekonomik ve siyasi krizin, tıkanmanın sebepleri arasında, solun (toplumcu - enternasyonalist düşüncenin) demokrasi, özgürlük ve eşitlik idealinin inandırıcı seçenekler geliştirememesinden bahsediliyor. İnandırıcı, yapılabilir, gösterilmiş bir anlatı kurulamadığı söyleniyor. Doğal destek alanlarıyla temasını kaybettiği, onlara konuşacak yeni bir dil üretemediği söyleniyor. Bunların hepsinde doğruluk payı var. Ancak, birlikte kurtulmayı, başkasını dert etmeyi aşağılayarak kendisini bir toplumsal yasa gibi dayatan neoliberal modelin iflasını nereye koyacağız. Veya bugün ortaya çıkan anomaliyi bir yetersizlik üzerinden mi, bir imha çabası üzerinden mi anlamaya çalışacağız. Siyaseti toplumsal bir dinamik olmaktan çıkartıp “bireyden lidere -ve tersi- ” bir akışa çeviren, şekilsiz iktidarların destek çemberini siyasi kimlik haline getiren hangisi?
Çarpık bireysellik, “birey olma” algısı, siyasi refleksleri o kadar uzun süredir etkisi altına almış durumda ki, yarattığı anormallikler ortaya çıkmadan önce ne kadar derine sirayet ettiği görülemiyor. Ekonomik liberalizmin bu ülkedeki kadim kavramı olan “şahsiyetçilik”, yıllarca sürdürdüğü ideolojik saltanat sayesinde sadece insanların dünya ile kurdukları ilişkiyi değil, “şahsiyetlerle” kurdukları ilişkileri de belirliyor. Lider merkezli bir siyaset geleneğine sahip olmanın yanına, bütün siyasi görünümlerin bireysel performanslarla ölçüldüğü bir yaklaşım da yerleşiyor. Bütün dünyada giderek yaygınlaştığı gibi, Türkiye’de de siyasi ilişkinin bütün toplumsal, siyasi dinamiklerden bağımsızlaşarak doğrudan “birey- lider” aksına bu kadar kolay sürülebilmesi bu fikri alt yapıyla ilişkili.
Siyasetin şahsileşmesi, iktidarın kişiselleştirilmesi, neoliberal modelin siyaset mimarisinde bireyselliğe biçilen rolle ilgili bir tasarım hatası. Aslında, bilinçli bir tercih ama sistemi de tehdit eder hale geldiği için bugünden bakınca hata. Dolayısıyla, bugün demokrasinin geleceğini de tartışma konusu yapan anormallikler, “solun” yetersizliği veya çare bulamamasından daha çok, modelin ve onu yaratan müesses nizamın sorunu. Ancak, siyasi kimliklerin şahsileştirilmesi, toplumsal kimliklerinden soyundurulmuş çıplak bireylere terk edilmiş siyasi kimlik alanları, sadece iktidarların etrafında oluşmuyor. İşçiler diye bir kalabalık yerine tek tek -ve aslında sürekli güvencesiz hale gelen- çalışanlar olması, vatandaş olmanın ortak güvencesini paylaşan yurttaşlar yerine korkularla yönetilebilen savunmasız bireyler olması, siyasetin şahsileşmesini her yere yayıyor. İnsanlar özgürlük diye sunulan bireysellikte ilerledikçe, sadece yalnızlıklarını keşfediyorlar.
Birey olup daha fazla kazanamayan, güvencelerinden de olan; daha özgür olmak yerine korkularına esir düşen insanlar için, kuvvetli kimlik kalabalıklarına dahil olmak veya arkasında yer alacağı “kuvvetli şahsiyetler” bulmaktan başka pek seçenek kalmıyor. Bu çaresizlik, sadece yeni tür popülist iktidarların destekçi kalabalıkları için değil, itiraz eden, muhalefet etmeye niyetli insanlar için de geçerli. Bu yüzden, tıpkı iktidarda olanlar için sayıları hiç azalmayan hainler, memleketi satanlar olduğu gibi, muhalefette olanlar için de teslim olanlar, hayal kırıklığı yaratanlar hiç bitmiyor. Önemli misyonlar beklenenler de, zamanında destek olunduğu için pişman olunanlar da hiç eksik olmuyor.
Herhangi bir konudaki yetkinliği, başarısı, popülerliği dolayısıyla her konuda söylediklerinin önemli olacağına inanılan insanlar yaratılınca ya da insanlara böyle roller yüklenildikçe, sık yaşanacak hayal kırıklıkları için taşlar da döşenmiş oluyor. Artık onlarca kere yapılmasına rağmen Sabah gazetesi röportajlarına çıkan her “ünlü” ile hâlâ aynı sonucun ortaya çıkması bu yüzden. Hayal kırıklığı yaratan her gelişmeden, her sözden, her temastan sonra, bir taraftan “ne beklenirdi zaten”, diğer taraftan da “haddi aşmamak lazım” tartışmalarının aynı iştahla tekrarlanması da böyle mümkün oluyor. Kişisel performanslara fazla beklenti yükleyen siyasi pozisyonlar, şahsi tercihlerin yarattığı şoklardan bir türlü kurtulamıyor. Belki, bireysel cevaplara bu kadar toplumsal-siyasal anlam yüklememek lazım. Bireysellik tuzağına düşürülmüş büyük kalabalıkların ürettiği iktidarlar ve siyasi sonuçlar için olduğu gibi.