YAZARLAR

Bizi de üzdüler, sabah kalktık işe gittik...

Aydın Engin, bazı yazılarında kendisiyle, düşünceleriyle, önyargılarıyla hesaplaşıyor. Yoksul yolcular, zor hayatlar geçirip büyük badireler atlatmış yolcular, Turgut Özal hayranı küstah iş insanı ile uzun süren tartışma, arsızlık yapan Arap şeyhlerine karşı taksici dayanışması... Hele ki gariban bir Hintli ile yolculuk macerası var ki! İtiraf edeyim, okuyunca yazara sarılmak istedim.

Yazının başlığı, bir süredir işittiğim, okuduğum en hoş ve etkileyici, anlamlı cümlelerden biri. İzmir Basmane'de duvara yazılmış. Bu 'duvar yazısı'nın fotoğrafını çekip beni haberdar edense, sevgili Ulaş Bayraktar. Aslında okuyacağınız bir kitap yazısı, fakat sonuna geldiğinizde “kitap yazısından başka her şeye benzemiş” diyebilirsiniz ve haklı da olursunuz! Gel gör ki o cümleye takılıp kaldım, çare yok.

Önce, ‘sabah kalkıp işe giden’ insanla ilgili ne kadar çok şey yazılabileceğini düşündüm. Aşık bir genç miydi? Seçim yenilgisi alan bir muhalif mi? Bir yakınından kötü haber mi almıştı? Neye üzülmüştü bu kadar?

Belli ki çok efkârlı. Efkârlı olmasına efkârlı da, bir de ekmek parası gerekli işte. Efkârın, derdin karın doyurduğu görülmüş mü?! Çok yetenekli bir sanatçı, edebiyatçı ya da söz yazarıysanız, belki! Bunlar dönüp duruyor zihnimde, sabah işe gitmek zorunda olan arkadaşın duvar yazısını okuduğumdan beri.

Ulaş Bayraktar, yalnızca bu fotoğrafı göndermedi bana. Birkaç hafta önce yolum bir günlüğüne Mersin’e düştüğünde, Kültürhane’deki etkinliğin sabahında Mersin mezarlığına gittik (eski öğrencimiz Semih’in eşliğinde). Ne tuhaf değil mi insanın misafirini mezarlığa götürmesi! Hem de yağmur altında. Ya Ulaş aklını yitiriyordu ya da ilginç bir şeyler görecektim! Mersin mezarlığı, yıllardır hayalini kurduğum bir yermiş meğer. Farklı din mensuplarının cenazeleri neden yanı yerde yatmasın? Biz ayırıyoruz insanları, toprak değil ki. Meğer Mersin bu sorunu çözmüş; her dinin cenazesi bir arada. Nasıl güzel ve ferahlatıcı bir mekân anlatamam. Bir de katledilmiş kadınların mezarları... Yolunuz düşerse mutlaka gidin. Mezarlık gezmek huzur veriyor insana. Mezar taşı okumak. Sanırım böyle şeyler de bağlıyor insanı toprağına. Yalnızca yerin üstündekiler değil yerin altına emanet ettiklerimizi de bırakıp gidemiyoruz kolay kolay...

.

Bir süredir yurt dışına göçmek konuşuluyor. Özellikle eğitimli orta-üst tabakanın gidiyor oluşunun nedeni, siyasal iklim ve geleceğe dönük umutsuzluk. Buna mukabil giden ya da gitmeyi düşünenlerin homojen olmadığı da bir gerçek. Gidenler, gitmek zorunda kalanlar, gidip de dönemeyenler... Kimi burada kalırsa işini yapamayacağını düşünüyor kimi hapse gireceğini kimi çocuğuna düzgün eğitim veremeyeceğini... Kaba sabalıktan, baskıdan, höt zötten sıkılanlar, daha medeni bir yerlerde yaşamak isteyenler. Geliri yüksek olanlar, garsonluk yapmaya niyetliler, yalnızca denemek isteyenler, üniversite eğitimi almak isteyenler. Gidenlere kızgınlık duyanlar ve kalanları küçümseyenler...

Ne gidene kızmak gerekli ne de kalanı küçümsemek. Eğer denemeye değer bir şeyler varsa denemek gerekir. Zorluklarını bilmek kaydıyla tabii! Her iki durum da, eğer gitmek ya da kalmak bir zorunluluk değilse, eninde sonunda kişiliğimizle ilgili tercihler. Buradayken nasıl insanlarsak, göçme kararını verirken ve bir yerlerdeyken de aynıyız. Ezcümle, mutluluk ya da mutsuzluk salt ülkeyle ilgili olgular değil. Mutlu olmayı da öğreniyoruz nihayetinde.

İşte bunları düşünürken, ilk kez yıllar önce yayınlanmış olmasına karşın geçen haftaya dek habersiz olduğum bir kitapla tanıştım. “Bizi de üzdüler sabah kalktık işe gittik,” cümlesine dair tüm çağrışımlar, kitapta anlatılanlarla özdeşleşti bir anda. Gidenler, kalanlar, bıraktıklarımız, özlediklerimiz, mezarlıktakiler... Ve tabii, cezaevindeki sevdiklerimiz.

Aydın Engin

Kitap, gazeteci Aydın Engin’in: “Ben Frankfurt’ta Şoförken.” Yıllar içinde birkaç kitabevine misafir olduktan sonra, 2017’de Siyah Kitap’tan yayınlanmış. Yazarın Almanya’daki taksi şoförlüğü macerasını anlattığı sayfaları okuyunca, yıllardır neden Aydın Engin yazılarını bu kadar sevdiğimi daha iyi anladım. İnsan sinirlenince sinirli yazmalı, üzgünken üzgün, mutluyken mutlu. Aydın Engin gibi. Taksici anılarındaki Aydın Engin, son derece ciddi bir siyasi tartışmayı yürüten Aydın Engin ile aynı insan. Ve iyi bir insan, her sözcüğe işleyen bir iyilik. Hatıraların başından sonuna dek vicdan ve nezaket sahibi birini okumak, o vicdanın oluşum süreci hakkında fikir sahibi olmak, özellikle şu günlerde bana da iyi geldi hakikaten. İhtiyaçmış demek ki!

Göçenler içinde bir ‘siyasi sığınmacı,’ Aydın Engin ve ailesi. Az buz değil, on iki yıl süren siyasi göçmenlik. Hele ki yetişkinseniz, kırklı yaşlarda, askeri darbe ardından yabancı bir ülkede tutunmaya çalışmanın zorlukları tahmin edilebilir. O on iki yılın altısını direksiyon başında (gece vardiyasında!) geçiriyor Engin. Tabii benim için yazmak sizin için okumak kolay  olmasına kolay da, yaşayanda bıraktığı izi tahmin etmek çok güç. Hemen başlarda şöyle yazmış Aydın Engin: “Sizin açınızdan elinizdeki kitap, kolay okunan, kimi kederli, çoğu eğlenceli anılardan ibaret. Yazar açısından ise çok zorlu, çok boğucu 12 yıllık siyasal göçmenlik yaşamının yarısını kapsayan bir anılar demeti...”

12 Eylül 1980 sabahıyla başlıyor hikâyeler. O ana dek çeşitli işlerde çalışmış, sandviçlerin arasına soğan ve yeşil salata yerleştirmekten, matbaa dizgiciliğine, fork-lift sürücülüğünden, gardiyanlara Türkçe dersi vermeye kadar... Üç gazeteye yaptığı başvurulardan bir sonuç alamayınca, taksi şoförlüğü kursuna kaydolmuş ve şoförlük eğitime başlamış. İşte taksi şoförlüğünü öğrenmenin zorlukları ve incelikleri de böyle başlamış Aydın Engin için. Rahmetli babam 1960’larda yaptığı için bu işi, iyi kötü bir fikrim var. Buna mukabil zaten tanıdığın bir şehir olan İstanbul’da (ki o tarihte böyle bir nüfus ve karmaşa da yok) taksicilik yapmakla, hiç o gözle bakmadığın bir Alman şehrinde direksiyon sallamak arasında fark çok tabii. Zaten, yazar o sınava hazırlığını öyle bir anlatıyor ki, ben okurken aynı sınav gerginliğini yaşadım inanın!

Aydın Engin, Ben Frankfurt'ta Şoförken, Siyah Yayınları, 204 syf, 2017.

Kitap başından sonuna dek, bir yandan taksiciliğin inceliklerini ve zorluklarını, diğer yandan insan ilişkilerini ve insanlık hallerini anlattığı, hepsi iç içe geçtiği için çok zevkli. Bir de, Aydın Engin’in muzip, dalgacı dilinin cazibesi. Özeleştirinin ağır hakaret gibi algılandığı ve “En kötü huyum çok iyi kalpli olmam,” diyenlerin hâkim kültürü temsil ettiği mümtaz toprağımızda, kendisiyle de eğlenebilen insanlarla karşılaşmak, onları okumak her zaman iyi geliyor. İlk müşterinin ‘bilemediği’ bir yere gitmek istemesi; orada yaşayan tanıdık Türkler’in, tercih ettiği işi ‘doğru bulmaması’ (malumunuz Türkiye’de hemen her ‘grubun,’ ‘doğru söz ve davranışlar listesi’ ve amatör duygularla yoğun faaliyet gösteren bir ‘standartlar enstitüsü’ vardır!); gece şoförlük yapmanın zorlukları ve öğretici yanları (yeraltı dünyasının insanlarıyla)... Zenginleştirici insan hikâyeleri bunlar. Gün olup para almadığın yoksul müşteri, bir gün çok yoksul zannettiğin sarhoş hırpani müşterinin zengin çıkması... AIDS’in bilinir olduğu dönemde, batakhanede ‘dadı (tadı!) olmadığı’ için’ ‘kaput kullanmak istemeyen’ ve başını derde sokup zorda kalan zampara ‘hemşehrilerin’ trajikomik hâlleri... İyi kalpli ve haset müşteriler... Hüzün veren, acı dolu hayatlar... Bagajı alınıp kendisi unutulan müşteri!

Aydın Engin, bazı yazılarında kendisiyle, düşünceleriyle, önyargılarıyla hesaplaşıyor. Yoksul yolcular, zor hayatlar geçirip büyük badireler atlatmış yolcular, Turgut Özal hayranı küstah iş insanı ile uzun süren tartışma, arsızlık yapan Arap şeyhlerine karşı taksici dayanışması... Hele ki gariban bir Hintli ile yolculuk macerası var ki! İtiraf edeyim, okuyunca yazara sarılmak istedim. Bir de, bazı anılarda adı geçen ‘Benerci’ hatırına, kitaptan sonra oturup Nazım Hikmet’in “Benerci kendini niçin öldürdü?” şiirini okudum. Siz de okuyacaksınız, şüpheniz olmasın! Ah tabii Aydın Engin’in adının neden ‘Aydın’ olduğunu da öğreniyorsunuz. “Küçücük, mavi gözlü bir kız çocuğu annesine fısıldıyor: Ben gelin olup, oğlum olunca, adını Aydın koyacağım.” Yazının başında, bırakıp gidilmesi zor olan yerlerden biri de mezarlıklar demiştim; bu yüzdendi sanırım.

Aydın Engin, bazı anlarda “Mercedes’ini” yol kenarına çekip bir sigara yakıyor, efkârla. Ben de şimdi bu yazıyı bitirip yakacağım bir tane. Marifetmiş gibi! İnsan çok karmaşık bir varlık. Tanımak, anlamaya çalışmak gerek. Kolay yargılamamalı. Ve vicdan, ne kadar önemli, değerli bir sözcük hakikaten.

Değerli Aydın Engin’e, sağlık mutluluk dilerim. Bir de, daha uzun yıllar okumayı...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.