Erdal Erzincan olmak
Erdal Erzincan, türkü dinlemenin “sıradan” bir şey olmadığını bu memlekete anlatmış çok kıymetli insanlardan biridir. Okuluyla, derlemeleriyle, icralarıyla, cesaretiyle hâlâ birçok insana umut vermektedir. Bu fukara yazı, ancak ona şükran borcu içermektedir. Ömrü uzun, sesi kavi olsun isterim.
Çok uzun anlatabilirim. İlk dinlediğim ânı, bağlama denen şeyin tekniğine az çok vâkıf olduktan sonra katlanan hayranlığımı, üç şehirde dinlediğim konserlerini, düetlerini, derlemelerini, hocalığını... çok uzun anlatabilirim ama çok uzun olmayan biçimde anlatmaya çalışacağım.
Temkeş Müzik’ten basılmış bir albüm var önümde şu an. “Karasu”. Albümün üstünde bir imza var ama konumuz bu değil. 13 şarkılık albümün kartonetinde bir metin var. O metinden alıntılıyorum:
“Ah güzel Küçük Yol. Dönüp dolaşıp, bak yine gelip oturdum başına. Bir türkü tutturup seyreyliyorum aşağıları. Çayırları, tarlaları, dereyi, bükü, karşı geçeyi, Liç’i ve dağlarını ve ille de Karasu’yu. İşte yine gidiyor o tren. Karasu’yu takip ederek büküle büküle süzülüp giden ara ara renklenmiş kara tren. Hayatında ilk kez köyünden sökün edip başka başka diyarlara giden çocuklar ola mı acep içinde? Benim gibi el sallarlar mı gördükleri her köye, her kasabaya, her şehre? Yeni bir yola ve hayata başlamanın heyecanı ve coşkusu içinde. Sonra yine geri dönerler mi yollarla beslenip büyüyen türküleriyle?”
Onu dinlemiş herkesin bir Erdal Erzincan’ı vardır. Bir “ilk türkü”sü. Benimki, pek ilginç değil. “Nem Kaldı”. Hece sonlarında pes sesiyle yarım heceler, birer heceler uzattığı o icra. Çok sonra bir stüdyoda canlı kayıt da yaptı. İlk dinlediğimiz versiyonun üzerine daha büyük bir şey koydu. İlk ânım ise şu: Küçücük bir oda, gazete kuponlarıyla alınmış yarısı CD çalar, yarısı kasetçalar bir teyp. Yanılmıyorsam A yüzünün ilk şarkısı. Yaklaşık dört dakika sürüyor. “Kaldı” redifiyle yapılan oyunu anlıyorum. “Bir akılsız baştan gayrı ne’m kaldı”. Sonra önümde koca bir Erdal Erzincan külliyatı açılıyor. Kasetçi Halil’de ne var ne yok topluyorum. “Padişah değilem çeksem otursam”.
Bağlamanın böyle çalınabildiğine inanamama hali. Şelpeden bahsetmiyorum yalnızca. Bağlamayı değiştirmeye, onu başka bir enstrüman haline getirmeye, beklenmedik sesler çıkarmaya cesaretten bahsediyorum. Enstrümanın doğasını zedelemeden, lekelemeden onu kendinin kılmaktan. Bağlama korosu kurmaktan, onu rebabın yanında zarafetle konumlandırmaktan bahsediyorum. Erdal Erzincan, bin yıllık bir enstrümanı, ona hakaret etmeden dönüştürebilmiş bir müzisyendir.
İlk konser: Kayhan Kalhor’la beraberler. Sahnede oturuyorlar yerde. Bizim divanlar gibi. Sandalye yok, mekân büyük olmazsa, elektrikli aksam da olmasın diye istedikleri, içlerinden geçirdikleri çok belli. Bir “Gulnîşan” icrası geliyor daha başlarda. Böyle saadet, böyle sevinmek, böyle ziyafet çok az. Bakıyorum etrafıma, karanlıkta seçebildiğim kadarıyla, insanların hali o kadar benziyor ki birbirine. Herkeste o hazzın tebessümü, çoğunluk gözünü kapatmış, öyle dinliyor müziği. Söz yok. İki enstrüman var sadece. Rebab ve bağlama. Kalhor ve Erzincan. Sonra üç şehirde daha konser dinlemek. Eskişehir’de gitarla eşlik edilen bir konser. Söz var bu defa ve ilk türkü Nem Kaldı. Sonra Ankara’da, aşırı büyük bir salon. Daha kalabalık enstrümanlar. Gene aynı saadet, aynı sevinmek, aynı ziyafet. İnsanlar dağılırken, ısrarla alkışlayanlar arasındayım. İki kere “bis”e geliniyor. Birinde Nem Kaldı icra ediliyor üstelik.
Geçenlerde konuştuk çok yakın bir arkadaşımla. Dedim, ben ergen fan çocuklar gibi gidip Erdal Erzincan videolarının altına yorum yazıyorum. O da dedi ki, ben şimdiki bensem bu Erdal Erzincan sayesindedir. Sonra anlattı; konservatuvar sınavına hazırlanıyor, Mersin’de iki defa denemiş, olmamış. İstanbul’a gitmiş, orada çalıştıkları kafenin sahibi arkadaş, ısrarla bir daha sınava girmesini istemiş. Para toplanmış, Ankara’ya yollamışlar sınava. Ankara’da bir evde sınava hazırlanırken, sadece “Zöhrem Gelmedi”yi dinlemiş; insanları bıktıracak kadar. Sonra portatif bir alet ve kulaklık bulunmuş. Uyurken bile Zöhre çalmış kulağında. Sınavı kazanmış, o albümün kapağını duvarına asmış, yıllarca onunla gezmiş o kapak.
Erdal Erzincan, türkü dinlemenin “sıradan” bir şey olmadığını bu memlekete anlatmış çok kıymetli insanlardan biridir. Okuluyla, derlemeleriyle, icralarıyla, cesaretiyle hâlâ birçok insana umut vermektedir. Bu fukara yazı, ancak ona şükran borcu içermektedir. Ömrü uzun, sesi kavi olsun isterim.
“Hediyem yoktur ki dosta götürsem”...