Duygu durumu: Fena
Herkesin kötü hissetmeye, hatta küsmeye hakkı ve haklı nedenleri var. Bunlardan sorumlu gördüklerini suçlamalarının, hatta cezalandırmak istemelerinin de anlaşılmaz bir tarafı yok. Fakat siyasi zemindeki payın sorumluluğunu almak, buna karşı gösterilecek tavrın sonuçlarını da üstlenmeyi gerektiriyor.
Muhtemelen herkes yakın çevresinde aynı şeyleri gözlüyor. Bir taraftan çok koyu bir umutsuzluk eşliğinde ne olacağı ve ne yapacağı konusundaki belirsizliğe teslimiyet. Bir tarafta yönü ve hedefi belirsiz çok kuvvetli bir öfke veya küskünlük. Belki çok yakında değil ama izlenebilir bir uzaklıkta da, meseleyi küçük hedeflere sıkıştırarak sonuç ve tepki tatmini yaratma gayretleri. Aslında, 2017 Referandumu ve 2018 seçimleriyle muhalefet için ciddi biçimde tüketilmiş olan seçim enerjisinin yeniden ateşlenmesi zaten hiç kolay değildi. Yaşanan gelişmeler de, değil canlanma yaratmak, olan küçücük enerjileri de çok çabuk tüketti. Mevcut ve giderek kötüleyen koşulların kendiliğinden bazı önemli siyasi sonuçlar yaratabileceğine ilişkin beklenti çeki de karşılıksız çıkınca, “değişim” için umut iyice azaldı. Adaletsiz siyasi denge, giderek kötüleşen tablo, kızgınlığı değil yılgınlığı besler hale geldi.
Teslim olmaktan küskünlüğe kadar yayılan geniş bir aralıkta salınan haleti ruhiye, sonuçta duygular söz konusu olduğu için doğal olarak yönünü ve hedefini de kaybedebiliyor. Neden sonuç ilişkisi, rasyonel değerlendirme, siyasi perspektif gibi meseleler geriye gidiyor, hissedilenler öne çıkıyor. Açıkçası, buna kimsenin de söyleyecek bir sözü olamaz. Kimseye “öyle hissetme” denilemez. Yaşanan her yeni gelişmenin ardından, asıl gerekçeyi bulmuşçasına -sonra başka bir yere hareket etmek üzere- tepkilerin o noktaya toplanması da, yönsüzlükten kurtulup rasyonel gerekçe bulma, yaşananlara sorumlu atama ihtiyacından. Çünkü, pek çok konuda duygusal olmak bir övünç meselesiyken, söz konusu siyaset olunca kimse rasyonel olma iddiasını elden bırakmak istemiyor. Oysa siyaset, birçok sosyal, ekonomik, kültürel dinamiğin ürünü, çıktısı ve belirleyicisi olması yanında, hissedilenlerle (ve hissettirilenlerle) son derece ilişkili.
Bu açıdan bakınca, bütün dünyadaki sağ popülist dalgayla, Türkiye’de yaşamakta olan kutuplaştırma (ve kilitlenmiş kimlik) siyasetinin aldığı -ve bir türlü değiştirilemeyen- sonuçların siyaset psikolojisiyle ilişkisi fazlasıyla belirleyici. Siyasetteki psikolojik motivasyonları ve manipülasyonları, Türkiye’deki iktidarın -ve tüm dünyada otoriter liderlerin- etrafında toparlanan amorf destek çemberi açısından tartışan yazılar bu köşede de yer aldı. Bu konuyu çeşitli veçhelerini öne çıkartarak irdeleyen çok değerli, kafa açıcı yazılar yazıldı, hâlâ da canlı bir tartışma sürüyor. Meselenin genel olarak muhalefet adıyla aynılaştırılan karmaşık kalabalıklar açısından da konuşulmaya muhtaç tarafları var. Çünkü, sağ popülizmin, otoriter-faşizan eğilimlerin amorf kalabalıklardan bir destek kimliği imal edebilmesini sağlayan hissiyat ortaklığı, bu gelişmeler karşısında endişeli ve giderek daha korunmasız kalan diğer kesimler için negatif bir ruh hali (paylaşılan ve seçilmiş çaresizlik) olarak devrede.
Gönül rahatlığı ile desteklenecek birilerinin, bir hareketin, sadece yaşanan ülkede değil, dünyanın herhangi bir yerinde görülememesi, desteklemeye kalkılanların da hemen pişman edebildiği bir tabloda yüksek moral kolay değil. Yarı kör bir inatla, “özel durumlara” veya sadece tutulan yere göre fil tarifine sığınmak da, durumu idare etmeye yetse de, güvenilir veya aktarılabilir bir moral sağlamıyor. Siyasetin hissiyat kısmıyla kurulan ilişkinin zayıflaması ve akıl – vicdan eşitsizliğinin rövanşı sert geçiyor. On yıllardır çok güçlü bir hakimiyet kuran liberal tezlerin de, onun karşısında kuvvetli bir cevap kuramayan solun da, rasyonellik değneğine fazla sarılarak hissiyat meselesini fazla hafife almalarının faturası bu. Yenik hissederek kazanmak mümkün değil. Kazanılsa bile yenilmişlik hissini değiştirmek kolay değil.
Sadece yerel seçim sürecinde yaşananlara bakıldığında, aritmetik olarak kazanma olasılığının pek de etkileyemediği, yatıştıramadığı bir moral sorunu kendisini gösteriyor. Yazının başında işaret edilen negatif ruh halinin nedeni olarak işaret edilen pek çok gelişme yaşandı, yaşanıyor. Yapılan araştırmalara göre genel olarak pozitif bulunmuş olsa da, Cumhurbaşkanı’nı ziyaret ederek kampanya başlatmak. Seçmen alerjileri yaratmamak için her türlü ilkesizliği, AKPM’deki gibi bir utancı göze almak. Oluşabilecek her türlü lokal tatminsizliğe cevap olabilecek genel hedef koyamamak. Seçime ilişkin güvensizliği yaratan ifşalardan kararlı bir itiraz toparlayamamak. Teşkilatı da, ittifak ortaklarını da, kamuoyunu da aynı anda tatminsizliğe sürükleyebilmek. Daha bir sürü rahatsızlık yaratan gelişme ve her gelişmenin bir grup insan tarafından kızgınlığının veya küskünlüğünün gerekçesi olarak açıklanması.
Tepki çeken, rahatsızlık yaratan gelişmelerin umutsuzluk, kızgınlık ve küskünlük yaratması çok normal. Ayrıca, beklentilerin çok da benzer olmaması yüzünden, birilerinin pek isabetli bulduğunu diğerlerinin çok sorunlu bulmasında da bir gariplik yok. Ancak, toplamdaki “kötü hissiyatın” tek tek vakalarla ve sadece yapılan yanlışlarla açıklanması o kadar kolay değil, en azından hayli eksik. Galiba sorun biraz da, bu yanlışların bir kısmını engelleyebilecek, önemli bir kısmını -bir süreliğine- önemsizleştirecek olan ortak duygunun olmaması, yaratılamaması. Sanki yapılanlardan çok, yapılamayanlar daha belirleyici. Bütün bu yanlışlar yapılmamış, mümkün olacak en geniş destek sağlanmış, en doğru adımlar atılmış olsa, herkesin kendisini daha iyi hissedeceği bir durum, yüksek bir motivasyon oluşur muydu? Veya seçimi “beka davası” olarak açmış iktidar karşısında, yeterince “yerel” aday gösterilememesi mi, bunun en önemli mesele haline gelmesi mi duygu durumuyla daha ilgili?
Herkesin kötü hissetmeye, hatta küsmeye hakkı ve haklı nedenleri var. Bunlardan sorumlu gördüklerini suçlamalarının, hatta cezalandırmak istemelerinin de anlaşılmaz bir tarafı yok. Fakat siyasi zemindeki payın sorumluluğunu almak, buna karşı gösterilecek tavrın sonuçlarını da üstlenmeyi gerektiriyor. Böyle olunca, “çok kızdım, küstüm, siz de öyle yapın” demek, bir siyasi tavır önerisi gibi durmuyor. Elbette, bir ortak hedef yaratma zahmetine girmeden insanlara “gözünü kapat, bas geç” mecburiyetini dayatmak da aynı şekilde. Türkiye’de ve dünyada, çoğunlukla (neredeyse tamamen) muhalefette olan demokrasi, eşitlik, adalet taleplerinin, kolayca geri alabileceği moral üstünlüğü, alınacak sonuçların sonrasına ertelemekten artık vazgeçmesi gerekiyor. Bu taleplerin moral üstünlüğü, iktidarlar kazanabiliyor olmalarından değil, bunları isteyenlerin kendilerini daha iyi hissetmesindendi, devam etme enerjisi de buradan geliyordu. Bu yüzden, mevcut duygu durumuna göre hareket etmek yerine, iyi hissedeceğinden -sonra kötü hissetmeyeceğinden- emin olunanı yapmak önemli.