Ne ‘dikey’ ne ‘yatay’, mesele çukur!
“Gerekirse takayla yüzer Londra’yı, takunyayla yürür Berlin’i alırız” diyen Sofular kıraathanesinin palavracısı Sakallı Vasfi gibi, AKP’li adayların da coşmasının bir nedeni olmalı. Belediye hizmetleriyle çözülemeyeceği düşünülen, ancak ‘beka halısı'nın altına süpürülerek örtülmeye çalışılan bir neden. Erdoğan’ın şu sıralar pek sevdiği ‘yatay-dikey’ mimari karşılaştırması ipucunu veriyor. Nasıl mı?
Binali Bey (Yıldırım), “İstanbul’un çözülemeyecek hiçbir sorunu yok” dedi. Ankara adayı Mehmet Bey (Özhaseki) durur mu? “Başkent ak belediyecilikle tanışacak” diye el yükseltti, o da. Bu açıklamaları duyanların “Peki ama bizi kim yönetiyor?” sorusu ise Başkan’ın, “Orman dinlemiyor kesiyor, oraya dikey mimari yapayım arada da malı götüreyim. Doğa umurunda mı” sözlerinin çizdiği sürreal siyasetin boşluğunda yankılandı…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” hikayesinde olaylar düş ile gerçek arasında bir yerde durur. Sahici mi, hayal mi ikilemindeki bir adamın öyküsüdür anlatılan. Tanpınar, okurun da içinde kaybolduğu Abdullah Efendi’nin bilinç akışını şöyle özetler:
“Talihi küçük bir vodvil muharririydi. Fakat o bu vodvili bir Sofokles veya Shakespeare tiyatrosu imiş gibi ciddi ve mustarip yaşadı. Onun için hayatı dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve azametliydi. Hepimizin seyrederken o kadar güldüğümüz ve eğlendiğimiz Sekizinci veya cinsinden bir piyeste ciddiyetle rol almış bir Kral Oidipus veya Antigone, yahut Othello tasavvur edin. İşte zavallı Abdullah’ın hayatı.”
Türkiye de sanki bir seçim sürecinde değil, AKP’nin bilinç akışına kapılmış sürükleniyor. Trajediyi kimin, vodvili kimin oynadığı; kimin kahraman, kimin mağdur olduğu birbirine karışıyor.
Lakin 25 yıldır belediyeleri, 16 yıldır ülkeyi yöneten bir partinin bu denli gerçeklikten kopmasının imkansız olduğunu söylüyor, bir dış ses. Seçmeni sürreal boyuta çekmeye çalışmanın bir manası olduğunu, iktidarın sunacak somut şeyler bulamamasından ziyade, günahlarından arınmak için sandığı bir ‘vaftiz ayinine’ çevirmeye çalıştığını fısıldıyor.
Yoksa iktidar bol keseden para verip yardım dağıtıyor yine, proje açıklıyor, hatta cennet beratına vardırıyor işi. Demek ki, kolay kolay giderilemeyecek bir hasar var ortada. Gerçeklikle düş arasında bir yerlerde kaybedilmek istenen bir hasar…
Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanında, “Gerekirse takayla yüzer Londra’yı, takunyayla yürür Berlin’i alırız” diyen Sofular mahallesinin kıraathane ajitatörü palavracı İttihatçı Sakallı Vasfi gibi, AKP’li adayların coşmasının nedeni biraz da bundan.
Öyleyse kendi belediyecilik pratiğinin sonuçlarını kelime oyunlarının ardına gizlenip sinsice reddedecek kadar vahim olan sorun nedir? Belediye hizmetleriyle çözülemeyeceği düşünülen, ancak ‘beka halısının’ altına süpürülerek örtülmeye çalışılan mesele ne?
İroniktir ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın şu sıralar pek sevdiği ‘yatay-dikey’ mimari karşılaştırması, aynı zamanda bu soruların da yanıtını barındırıyor...
DİKEY-YATAY TOPLUM MİMARİSİ
Bina mimarisindeki ‘yatay-dikey’ yaklaşımının toplumsal mimaride de bir karşılığı bulunuyor. Üstelik çok daha gerçek ve can yakıcı.
Gelir adaletsizliği ölçülürken de bu iki kalıba başvurulur. Yatay ölçüm; toplumda üretilen her bir kazanç kaleminin zenginle fakir arasındaki dağılımını gösterir. Mesela; gayrimenkul rantı veya maaş gibi. Dikey yaklaşım ise toplam gelirin nasıl bölüşüldüğüne işaret eder. “Gelirin yüzde 50’sine nüfusun yüzde 20’si el koyuyor” denildiğinde kastedilen şey de budur. Teori kabaca böyle.
Gelin somut bir örnekten gidelim şimdi. Bakalım İstanbul’un çözülemeyecek esas sorunu neymiş ve Binali Bey geçmiş 25 yılı niye silmek istiyormuş.
TÜİK verilerinden çıkarılan aşağıdaki grafik İstanbul’un en zengin yüzde 20’si ile diğer dört gelir grubu arasındaki uçurumun kaç katına çıktığını anlatıyor.
Mavi renkli 1. grup en yoksul yüzde 20’yi temsil ediyor. Kalanlar da gelire göre diğer gelir gruplarını. En fakirle en zengin arasında şu andaki fark 8.2 kat. Sırasıyla diğerleriyle fark da 5.3, 3.8, 2.7. Burada önemli olan, resmi verilere göre Türkiye genelinde fark 7.7’den 7.5’e düştüğü halde farkın İstanbul’da büyüyor olması. Hatta diğer illerde de küçük azalmalar söz konusu. İstanbul’da 2014’ten beri durmadan açılıyor.
Şu çizgi ise İstanbul’daki yoksulluk oranının değişimini gösteriyor:
Son beş yılda yoksul sayısı İstanbul’da yüzde 31 artarken, yoksulluk oranı yüzde 16.2’den yüzde 18.8’e yükseldi. Yine dikkat çeken şey, son bir yılda oranın bir puan artması. Türkiye genelinde tam tersi, küçük de olsa azaldı. Aynı şekilde diğer illerde de öyle. Tabii bu hesaplamanın en fakirler için aylık ortalama 2 bin 500 lira gelir üzerinden yapıldığını hatırlatalım. Bağımsız araştırmalar gerçek yoksulluk sınırının İstanbul için çok daha yüksek olduğunu belirtiyor. Haliyle oran da sayı da resmi verinin üzerinde.
Gelelim asıl meseleye… Bu gelir nasıl bölüşülüyor? Bütün sorun burada. Önce gelir gruplarının kazançlarındaki artışı gösteren grafiği verelim.
En zenginleri temsil eden 5'inci grubun gelir artışı diğerlerinin kat kat üzerinde. Kendine en yakın 4'üncü gelir grubunun dahi neredeyse iki katı. Özellikle birkaç yılda makas iyice açıldı. En fakir kesim olan 1'inci grubun gelir artışı 2016’dan sonra adeta çöktü. Diğer grupların da benzer. 2018’deki ekonomik krizin tabloyu daha da dramatik hale getireceğini öngörmek zor değil.
Sıradaki grafik ise AKP iktidarının ısrarla kaçmaya çalıştığı ‘en büyük günahı’nı temsil ediyor işte. Yukarıdakilerin tamamı ‘dikey’ ölçümdü. Bu ise Erdoğan’ın sevdiği ‘yatay’ tarzın toplumsal mimarideki tam karşılığıdır.
Grafik 2017’de toplam gayrimenkul rantından, ücret gelirlerinden, emekli ikramiyesi ve maaşından hangi kesimin ne kadar pay aldığını veriyor. En üst gelir grubunun tüm kalemlerde aldığı payın yüksekliği görülüyor zaten. En fakirlerin maaş ve ücretlerden aldığı minik pay bir yana, emekli dahi olamıyorlar.
Ama özellikle gayrimenkul ve menkul kıymetler yani faiz, döviz, hisse senedi vb. gelirindeki devasa fark göze çarpıyor. Gelir adaletsizliğinin en önemli nedenlerinden birini bu rant kaynakları oluşturuyor çünkü. En fakirle en zengin arasındaki ‘adaletin’ kısa bir bilançosunu çıkaralım: Maaşta 13, emeklilik gelirinde 12, menkul kıymette 24, gayrimenkulde ise fark 64 kat.
Yaratılan rantın neredeyse tamamı en zenginlere gidiyor. Diğer gelir düzeylerindeki vatandaşların o çok övünülen kentsel ranttan aldıkları paylar deyim yerindeyse devede kulak! Mirasyedilerin, rantiyelerin, yeni yetme zenginlerin yanında ‘hayattan bir dilim’ sadece…
AKP döneminde ne kadar geriye giderseniz gidin sonuç değişmiyor. Türkiye genelinde en zenginler toplam gelirin yüzde 47’sine el koyarken, İstanbul’da bu oran yüzde 51.7’dir. Bir yıl önceye kıyasla illerdeki adaletsizlikteki değişim yarım puanı zor bulurken, İstanbul’un artışı 2.6 puan oldu. Beş yılda İstanbul’da ortalama gelir de 2 bin dolara yakın eridi.
Buyurun size ‘yatay’ mimari…
***
İster ‘dikey’ ister ‘yatay’ tercih etsinler, iş dönüp dolaşıp birilerini daha zengin, birilerini daha fakir yapan inşaata kilitleniyor sonuçta. Zira, cennet de vaat etse AKP’nin bilinç akışı budur. Kentin rantı daima Cengiz Efendi’ye, çukuru da zavallı Abdullah’a düşer…
Bir ihanet belgesi: Cengiz 1 milyon ağacı kimin için kesiyor? 04 Kasım 2024
Süper izin, süper soygun: 20 yıl alım garantisi veriliyor 29 Ekim 2024
Limak-İC Holding’ten skandal mektup: Para ve zeytinlikleri istediler! 22 Ekim 2024
Peker işaret etti: Türkiye’de de Los Zetas’lar mı doğuyor? 17 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI