YAZARLAR

Hikayeden siyaset

Anlatılacak yeni hikaye kurulamadığı, ana karakter yorulduğu, aslında hikaye de bittiği için, şaşırtıcı yan karakterlere daha sık müracaat ediliyor veya onlar daha öne çıkıyor (çıkartılıyor). Ana karakteri negatif etkileyecek güçlü ikinci roller yaratmak ve onu aşırı yormak yerine, yüksek performanslı figürasyona yükleniliyor.

Okumaya hiç meraklı değil bu ülkenin insanı. Zaten bilinen bu durumun giderek daha da kötüleştiği görülüyor. Kadir Has Üniversitesi’nin “Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması” verilerine göre, 2018’de hiç kitap okumayanların sayısı 8,1 puan artarak yüzde 60,9 olmuş. Gazete okumayanların oranı da yüzde 57,5. Okumuş yazmış olduğu anlaşılan birine cevap vermenin mahcupluğuyla söylenmiş beyaz yalanları da düşersek, neredeyse nüfusun üçte ikisinin, olmuşu, olanı, olacağı okuyarak öğrenme diye bir hevesi olmadığı anlaşılıyor. Ancak söz konusu sonuçlar, bu ülke insanının çevresine, olup bitene, eskiden olmuşlara ilgisiz, meraksız olduğunu asla göstermiyor. Hatta bu topraklarda, bu coğrafyada -yazıp okumasalar bile- hikaye anlatmayı, hikaye dinlemeyi şehvetle seven insanlar yaşıyor. Somut, kanıtlanmış bilgilerle akıl yürütmek yerine, dinledikleri, izledikleri hikayelerle hislenmeyi daha çok seviyorlar. Tarihi, siyaseti, dış politikayı dizilerden, anlatılan hikayelerden öğrenmeyi istiyorlar. Hikayelerin gerçekle bağından çok, sürükleyiciliğine, zenginliğine daha fazla dikkat kesiliyorlar. Gerçek hayatın hissiyata uygun bir hikayeye dönüştürülmüş halini daha fazla talep ediyorlar. İzledikleri hikayenin, ilgi hatta tepki görmesinden hoşlanıyorlar.

Sağ siyaset dilinin -genelde de öyle olmakla birlikte- bu ülkede siyaseti hikayeleştirme veya hikayeden siyaset kurma açısından çok büyük üstünlüğü var. Hamaset yüklü tarihi anlatılar, kahramanlık mitleri, dini kıssalar ve zengin sembollerle desteklenen bir büyük drama kurulduğu için, somut verilerle ya da yüze vuran gerçeklerle kolay değişmeyen bir aidiyet çemberi, takipçi kalabalığı yaratılabiliyor. Türkiye’de siyasi eziyet açısından ilk on bine bile giremeyecek üç aylık hapisliği bir zulüm destanına dönüştürmek böyle mümkün olabiliyor. Kültürel iktidarı olmasa bile, gündelik hayatı hep elinde tutmuş olan muhafazakarlara, bir zamanlar gizli gizli ibadet eden dindarlar olduğu anlatısı, doğru olmadığı bilinse de iyi geliyor. Gününü elçi tokatlayarak geçiren padişahlardan bahsetmek, tarihte hiç olmadığı kadar çok şeyin onlara satılmakta olduğu, batı ekonomik sistemiyle en uyumlu dönem yaşandığı gerçeğini çok kolay karşılayabiliyor. Hemen bütün göstergelerde en alt sıraların işgal edilmesine rağmen, dünyanın kıskandığı, titrediği en büyük ülke havası basılabiliyor. Hikaye, izleyicisini yakalıyor veya tutabiliyorsa, hissiyatına iyi geliyorsa, -seveniyle sevmeyeniyle- katılanı çok oluyorsa, gerçekler ve dramatik tutarlılık önemsizleşiyor.

Erdoğan’ın siyasi hitabet yeteneği konusunda, zaman zaman karşıtlarının da paylaştığı takdir cümleleriyle çok sık karşılaşılır. Aslında, Erdoğan’ın neredeyse bütün konuşmalarında kullandığı kalıplar, sözlü anlatım, özellikle de dini hitabet (sohbet) geleneğinin açtığı imkanlardan çok daha fazlasını içermiyor: Hikaye et, dramatik bir çatışma/karşıtlık yarat, hayret nidalarına (kafa sallamalara) neden olacak yükseklikte iddialar ileri sür, sadece söyleyenin bildiği (veya o söylediği için doğru kabul edilecek) “hakikatlerden” bahset, rahatsız edici bir saldırganlığa açık sözlülük veya sözünü sakınmama görüntüsü giydir. Herhangi bir hikayeyi ilgiyle -hatta tekrar tekrar- dinlemeyi mümkün kılacak, dramatik bütünlüğü ve duygudaşlığı sağlayan bu yöntemler, her türden siyasal-toplumsal mesajın taşınması için de gayet elverişli. Eğer sürdürülebilir, kabul ettirilmiş, kulağa uygun gelen bir dramatik çatı inşa edilmişse, birbirinin kopyası olaylar -izleyenler “sıktı artık” deseler bile- tekrar tekrar izletilebiliyor, sezon finalleri daha ileri tarihlere uzatılabiliyor. Bu, televizyon dizileri için de, siyasi hikayeler için de böyle. Hikaye edilemeyen bir gerçeğin ise -genellikle her yerde ama- bu ülkede pek alıcısı çıkmıyor.

Sözlü kültür geleneğinin yazıyı atlayıp hızla görsel anlatımla kucaklaşması, hikaye ile kurulan ilişkiyi de biraz değiştirdi. Bu değişim, bazen dilin, anlatım tekniklerinin yenilenmesi anlamında; bazen de destanlardaki, masallardaki çok eski gerçeküstü imgeleri geri çağırma şeklinde, bazen de izleyen-dinleyen beklentilerindeki farklılaşma biçiminde oluyor. Artık ilgi, sadece anlatıcı veya ana karakter üzerinden çok kolay sürdürülemiyor; hikaye ve ana karakter biraz zayıflayınca sürprizli zenginleştirmeler devreye giriyor. Kendi kendine yürüyemeyen, kendini taşımakta zorlanan, biten hikayeler, açılan tuhaf patikalara sürülüyor, yan roller sahne alıyor. Ana karakter seyirci bıkkınlığından korunuyor, sentetik tipler ve olaylar hikayenin ve baş rolün hizmetine sürülüyor. Son yıllarda birçok TV dizisinde bu çarelere başvurulduğu ve sonuç alındığı görüldü. (Hatta bu yan karakterler ve hikayelerden başka ürünler bile çıktı) Siyaset hikayesinde de benzer bir durum söz konusu. Anlatılacak yeni hikaye kurulamadığı, ana karakter yorulduğu, aslında hikaye de bittiği için, şaşırtıcı yan karakterlere daha sık müracaat ediliyor veya onlar daha öne çıkıyor (çıkartılıyor). Ana karakteri negatif etkileyecek güçlü ikinci roller yaratmak ve onu aşırı yormak yerine, yüksek performanslı figürasyona yükleniliyor. Sünmüş hikayenin ortalık yerinde biraz da gerçeküstü duran birinin, abartılı hatta absürt biçimde sahne almasıyla ortalık birden hareketleniyor. Sadece müdavimlerin değil, herkesin dikkati ateşleniyor. Seyreden de, tepki veren de bir hareket, peşinden bir rahatlama…

Bugün iktidar, dinletmeye devam ettirdiği tükenmiş hikayesine herkesi dahil etmenin yollarını hâlâ bulabiliyor. Galiba bir hikayesi varmış gibi görünebilmesi, eleştirilerinden beslenebilmesi de bu sayede oluyor. Mesela, adının önündeki akademik titre ve resmi görevine rağmen komedi performansına talip olan bir anayasa profesörüne sosyal medyadan laf yetiştirmeyle sağlanan muhalefet tatmini, olmayan hikayeyi açığa çıkartmıyor, hikayenin devamı olan bir parçaya dönüşüyor. Televizyonlarda konuşan, gazetelerde yazan meczuplardan inciler derleme faaliyeti de, defalarca en üst düzeyde ziyaret edilmiş Kadir Mısıroğlu veya defalarca dokunulmayacağı gösterilmiş Sedat Peker’den yaratılan infialler de böyle durumlar. Aslında, bu iktidarı ve dolayısıyla “hikayesini” biçimleyen “misyon yüklü” isimlendirmeler de, bazen kurulan sahte dramaya fazlasıyla yarıyor, onu besliyor. “Hikayenin” fenalıkları, sadece üçüncü-dördüncü dereceden kötü figürasyonun performansıyla konuşulunca, aslında apaçık olan yavanlık ve hikayenin bütünündeki berbatlık kolayca saklanıyor. Tıpkı, iktidar medyasında çıkan “popüler insan” röportajlarına gösterilen tepkilerin, destek sözlerinden daha çok iktidarın işine yarıyor olması gibi. Kimin hikayesinin anlatıldığı kadar, kimin hikayesine nasıl dahil olunduğu da önemli.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).