Nereden biliyoruz hayatta olduğumuzu?
Ceylanpınar’da beş yaşındaki dördüz kardeşlerinin üşümesini belli ki kendi üşümesinden daha derin ve daha yakıcı bir şekilde canında, teninde hisseden 11 yaşında küçük bir kız çocuğu yaşıyor. Kendine kardeş doğan dördüz bebekleri, sevgisiyle kendisi de yeniden “seçmiş” bir kız çocuğu...
Bu sabah uyandığımda kendimi ismi bende saklı devletlû bir şahsiyet gibi hissediyordum. Bir kez çay bardağı dudağının ucundayken ve bir kez de eliyle gülüşünü kapatırken, kaçamak bir ifadeyle kameralara yakalandığını saymazsak, güldüğünü hiçbir Allah’ın kulunun görmediği bir devletlû. Pek gülümsemeyen, hele hele kahkahası hiç olmayan bir adamdan iyi bir şey bekleyemezsiniz.
Kendimi bu devletlû şahsiyet gibi hissetmenin ne demek olduğuna gelince, sanki çok evvel ölmüşüm de gömmeyi unutmuşlar gibi bir hissiyat olarak tanımlayabilirim bunu. Pek fenaydı... Oysa insan illaki kötü bir hissiyatla uyanacaksa böyle her tür duygusu donmuş gibi ruh haliyle değil de acılar sancılar içinde, mesela Hölderlin gibi hissederek de uyanabilir değil mi? Çok daha iyi olur bu. Ama lanet olsun ki hayat. Lanet olsun bahçesine bağına...
Bu sabah işte öyle benzim de ruhum da mum gibi solgun uyandım. Benzim demişken, “beniz”in ne olduğunu bilmeyen nesiller de var mıdır acaba okurlar arasında diye de düşünmeden edemedim. Muhakkak vardır. Bu haftaki Kim Milyoner Olmak İster yarışmasında becayiş, asayiş, nümayiş ve sitayiş sözcüklerinin hangisinin “karşılıklı yer değiştirme” anlamına geldiği soruldu. Üstelik de bunun genellikle memurlar arası bir yer değiştirmenin ifadesi olarak kullanıldığı da ifade edildi. Cevabı bilmeyen genç ve şirin yarışmacı telefon jokeri hakkını kullandı ve soruyu öğretmen kuzenine sordu. Heyhat ki sorunun cevabını bu genç yaştaki öğretmen de bilemedi. Bu yarışmada telefon jokerlerini belirlerken yarışmacılar imkanlarını niye biraz zorlamıyorlar acaba?
Neyse işte öyle bir çağrışım silsilesi içinden aklıma geldi. Geldiği gibi de konuları becayiş ettirmeden yerlerine geri gönderdim. Çünkü bugünkü yazımızla hiçbir ilgisi yok bütün bu asayişlerin, becayişlerin.
Evet. Konumuzun bu absürt ve eğleniyormuşum gibi bir duygu uyandıran girizgahla genel olarak bir ilgisi yok. Esasen bugün “Biz de silahlanabiliyor muyuz Hacı?” diye sorasım ve hacı serisini üç beş yazılık hortlatasım vardı ama topuğum ve diz kapağım peşinen kurşun yemiş gibi sızlayınca vazgeçtim. Organize işlerle iştigal eden biri değilim sonuçta... Organize olamıyorum bi türlü, pilavdan dönüyor, kaşığı da kırıyorum... İşte sık sık renkli duş ve silahlanma fantezilerini kamuyla paylaşan mah-peyker konusunun kıyısından dönerken gözüm Ceylanpınar’dan duyurulan bir habere takıldı...
Ölmüşüz biz, toplumcak ölmüşüz de gömmeyi unutmuşlar diye düşündüm... Başka nasıl açıklanabilir bütün bunlar?
Sözün özü, taziye evlerinde kimi zaman yaşanan gülme krizi nev’inden bir giriş oldu bu. İç parçalayıcı bir hikaye yazmaktan zihnin ve parmakların kaçmaya çalışması. Tıpkı acının dayanılmaz uçurumundan bir gülme kriziyle dönen kişi gibi, yazının da kendi üzerine bükülüp dönmesi ve akabilmek için kendine bambaşka bir yol bulması...
Düşünüyorum da belki de gerçekten hepimiz ölmüşüz. Tıpkı 12 Eylül döneminin Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nden yayılan hikayelerden birinde sorulduğu gibi, nereden biliyorduk ki hayatta olduğumuzu? Hatırlar mısınız, 5 No’lu Cezaevi’nde yaşananlara dair anlatılarda bir mahkumun mealen şöyle bir şey söylediği de aktarılıyordu: “Biz ölüyüz. Farkında değiliz ama ölüyüz. Burası da dünya filan değil. Zaten birbirimizden başkasını görmüyoruz. Ne biliyoruz yaşadığımızı? Bizi ziyarete gelenlere dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar.”
Durumlar kuşkusuz kıyas kabul etmez ama bazı olaylar var ki durup dururken insana bu rivayeti anımsatıyor. İç parçalayıcı bunca olay, bu olaylar karşısındaki bunca şımarıklık, hukuksuzluk ve vicdansızlığa rağmen, devam edebilmek için insan bir şekilde veya bir yanıyla gerçekten de ölüyor galiba.
Ceylanpınar’da 11 yaşında bir kız çocuğu kış ortasında hâlâ yazlık giysilerle dolaşan ve çok üşüyen beş yaşındaki dördüz kardeşleri ısınsın diye her biri 10 lira değerinde üç dört parça giysi araklamış. Yakalanan “hırsız” işyeri sahibinin şikayeti üzerine Ceylanpınar Adliyesi’ne götürülmüş ve savcıya ifade vermiş. Hırsızlığın büyüğü küçüğü, azı çoğu olmaz derdi eskiler değil mi? Yenilerde durum tam olarak bu da değil. Şanlı bir “becayiş” gerçekleşti büyük ve küçük hırsızlıklar arasında. Hırsızlık ne kadar büyürse o kadar görünmezleşti. Kıyamet artık sadece küçük hırsızlıkların başında kopuyor. Hırsızlık boş bir çikolata kutusu kadar da, 11 yaşında bir çocuk kadar da küçük olabilir.... Amma velakin yılanın başını da küçükken ezmek gerekir. Böyle diyorlar anlaşılan...
Ceylanpınarlı çocuğun avukatı, işyeri sahibinin şikayetini geri çekmemesi durumunda 11 yaşındaki küçüğün üç ile beş yıl arasında hapis cezası alabileceğini söylüyor.
Why not? Türkiye küçük arakçıları terbiye eden büyük ve “büyükler için adil” bir ailedir...
Ceylanpınar vakası geçen hafta izlediğim bir Japon filmini ve sonra da tuhaf çağrışımlarla Palu ailesini getirdi aklıma. Önce filmden söz edeyim. Merak etmeyin spoiler olmayacak. Hirokazu Koreeda’nın yönettiği 2018 yapımı Arakçılar filmi sırlarla dolu beş kişilik sevimli bir “aile”yi anlatıyor. Aileye çok geçmeden sokağa terk edilmiş şiddet mağduru küçücük bir kız çocuğu da katılıyor. Bu tuhaf ailenin üyeleri gıda ya da diğer malzemeleri market ve dükkanlardan araklayarak hayatlarını sürdürüyor. Ya da esas geçim yollarından birini de bu oluşturuyor diyelim; zira “ailemizde” başka numaralar da var.
Normal dünyaların insanları bu arakçı ailenin her bir üyesini ayrı bir baş belası addetse de biz izleyiciler her birinin iyiliğini ve güzelliğini çok dokunaklı vesilelerle görüyoruz. Ailenin sırrı ortaya saçıldığında filmin dünyasını oluşturan Japonya’da herkes büyük bir kötülük balonunun patladığını sanıyor. Oysa biz izleyiciler bambaşka bir hakikati, kötülüğün asıl kaynağını apaçık görme şansına sahibiz. Ailenin içini de dışını da görüyor ve aile söz konusu olduğunda iyiliği ve kötülüğü dışarıdan seçebilmenin neredeyse imkansız olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Türkiye’de geçtiğimiz günlerde biz de, bir filmi değil gerçek bir aileyi, Palu ailesinin hikayesini izlemiştik ekranlardan. “Aile” balonu gözlerimizin önünde bir kez daha patlamıştı. Dış dünyayla pek bir çelişkiye düşmeden, onca yıl “normal normal” yaşayıp gitmiş olan “gerçek” bir ailenin ortalığa saçtığı habasete şaşkınlık içinde bakakalmıştık. Aile kendini yemiş, içeriden infilak etmişti. Arakçılar’da durum tam tersi... Burada “kardeş” olmaya çalışan iki küçücük yabancı çocuk birbirine her türlü sahip çıkıyor. Biri diğerinin acısını, üşümesini kendi teninde hissediyor. Kardeşliğin illaki biyolojik olması gerekmediğini, “seçilmiş aile”nin üyelerinin sağlam bir bağla birbirlerine bağlanabileceğini görüyorsunuz.
Ceylanpınar’da da beş yaşındaki dördüz kardeşlerinin üşümesini belli ki kendi üşümesinden daha derin ve daha yakıcı bir şekilde canında, teninde hisseden 11 yaşında küçük bir kız çocuğu yaşıyor. Kendine kardeş doğan dördüz bebekleri, sevgisiyle kendisi de yeniden “seçmiş” bir kız çocuğu...
Biz bunları görüyoruz baktığımızda.
Filmin Japon dünyasında da hakikatin Türk dünyasında da muktedirler, bu hikayelerde “arakçıyı” ve “hırsızı “görüyor. Kameralar oraya yöneliyor.
Palu ailesi örneğinde ise kendileri ekranlara yapışıp günahlarını ortalığa bağrış çağrış saçıncaya kadar herkes sıradan ve “normal bir aile” görmeye devam etmişti. Çünkü orada kayıplar ve çalınanlar ne üç beş parça giysi, ne boş bir çikolata kutusu. Palu ailesinde kayıplar insan. İnsanların hayatları çalınmış. Öylece yaşanıp gitmiş. Ailenin iç yüzü de kayıpları da kimseyi vazifelendirmemiş.
Başka birçok kaybın, göz göre göre yaşanan tren kazalarının, çalıştığı inşaattan düşerek ölen deneyimsiz KHK mağduru öğretmenlerin kimseyi ilgilendirmemesi gibi.
“Büyük” hırsızlıkların, ihale vurgunlarının iç yüzünün de dış yüzünün de kimseyi vazifelendirmemesi, normal normal yaşanıp gidilmesi gibi.
Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Yaşıyorsak eğer...