YAZARLAR

Oy pusulası oldu endüljans

İnançların sistematize edilişiyle birlikte o inancı yaşayan toplumun kimliğini oluşturan temel unsurlardan birisine dönüşmesiyle değişir çok şey. Tanrı buyruğu “bütün insanlar kardeştir” derken dini anlatanların söylemi “aynı dine inananlar birbirlerinin kardeşidir” şekline dönüşür. Salt inançla da sınırlı değil insanın, kendi düşünüş biçiminden kendi iktidarına güç devşirme arzusu.

Beş TEDAŞ işçisinin buzlu gölette, ihmaller zinciri sonucu ölümünü hatırlarsınız. Deniz bisikletiyle göletteki buzları kırarak ilerleyip elektrik hatlarını tamire çalışırken can vermişlerdi. Beş insanın, beş TEDAŞ işçisinin ölümüyle sonuçlanan bu faciadan sonra olayı yerinde inceleyen İçişleri Bakanının halkı oynattığını da hatırlarsınız. Yıl 2012’ydi. O günden bu yana hesabı görülmeyen onca iş cinayeti yaşandı ama bu olayı diğerlerinden ayıran şey, bakanın insan hayatına ve insan onuruna kıymet vermezliğinin su yüzüne çıkışı oldu. Güya olayı inceledikten hemen sonra Aşkale’den Pasinlere geçişiyle karşılama töreni sırasında bir vatandaşa yaptıkları unutulacak gibi değil. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, şahsına ve temsilcisi olduğu iktidara, partisine sevgi ve hürmet beyan eden kişiye mealen “nereden bileyim sevindiğini, takla at da anlayayım” buyurmuş, ardından davul çaldırıp oynatmıştı. İş cinayetinde ölenlere de kendisine sevgi beyan edenlere de hürmeti, takla attırmakla maruf AKP iktidarı şimdi dine takla attırmakla meşgul.

Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanlıkları yapmış bir milletvekili olan İsmet Yılmaz’ın oy pusulasına endüljans (Orta Çağ'da Papalığın para ile sattığı cennete gidiş belgesi) niteliği kazandırdığına tanık olduk. AKP Sivas belediye başkan adayına verilecek oyların, ahirette cennet vesilesi olacağı anlamına gelen berat belgesi sayılması, önce dine saygısızlık. Fakat şaşırmadık tabii. Her türlü eksik ve noksandan münezzeh olan Allâh’a (subhanallâh) inansın ya da inanmasın insanın yapacağı bir iyilik de vereceği bir zarar da söz konusu değil. Ancak onun kuluna, diğer insana/insanlara/insanlığa iyilikle inananlar inanmayanlardan ayrılabilir, dinin ölçütlerine göre. Bu durumda insanın hayatını ve haysiyetini kıymetsiz görerek, saygıda kusur etmek inancımıza göre doğrudan yaratıcıya karşı işlenen kusur, Allâh’ın yarattığına ve dolayısıyla Allâh’ın yaratışına yani zâtına karşı işlenen kusurdur hem Şahin’in hem Yılmaz’ın sözleri.

Derken “mahallenin güzel kızını kapmak” için belediye başkan adayı olduğunu söyleyerek kadını nesneleştiren, cinsiyetçi sözlerle hatırladığımız Nihat Zeybekçi de katıldı kervana. Sadece “birileri yanlış anlar” itirazıyla yetinmesi affedilir şey değil. İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Kooperatifi Başkanı “AK Parti'ye oy vermeyeni Allah çarpar” sözünü sarf ettiğinde oy hesabı filan yapılmadan kapı dışarı edilirdi, eğer Erdoğan’ın her zaman iddia ettiği gibi “hesabî değil de hasbî” olunsaydı. Veya kamplaştırma politikasından medet umulmazdı. Ne dedilerse tersini yaptıkları şu siyaset arenasında her zaman iddialarından vuruldular. Nemrutlar, Firavunlar gibi ilk değiller son da olmayacaklar kuşkusuz. Cumhur ittifakının siyasi rakipleri millet ittifakı adını aldığında milliyetçilerin, millete illet ve zillet der hale gelişi de farklı bir durum değil.

Ancak tüm bu safsatayı iktidarın dindarlığına, dindarın cehaletine hamletmek de affedilmez hatalardan. Çünkü bu söylemin dinle ilgisi olmadığı gibi iktidarın dindarlığıyla da günümüz Müslümanlarının çoğulcu din yorumlarına tahammülsüzlüğüyle de ilişkisi yok. Zira bu, tamamen insani zaafların içindeki en belirgin olanla ilgili kudret arayışından kaynaklanan, beşer şaşar durumu. Toplumun yarısının oyunu alması, bu durumu değiştirmez. Üstelik sadece bizim ülkemizde görülen ender vakalardan değil. İnsan, erk için ötekiyle rekabet ederken hem insan hakları hukukuna hem dine kimlik, anlam, muhteva değiştirtmekte pek mahir. Kendisini norm kabul edip ötekine dayatma hali yaygın şaşkınlıklarından inanın.

Mantıkta her mefhum, mefhum-ı muhalifiyle izah edilir, denir. Bir kavram, bir olgu her boyutuyla ve açıklıkla kavranabilmek için zıddına muhtaç demek ki. Ya insanlar? Toplumlar, kültürler, inançlar, hayat tarzları? Kimliğinin tanımlanması açısından ötekinin kimliğinin kabulüne muhtaç değil mi? Geceyi ve gündüzü tanımlarken ötekine atıf yapmanın normalliği ölçüsünde kalınabilse, değer hükümleri içermeyen somut karşılaştırmalarla izah ve giderek olduğu gibi kabul etme becerisine ulaşabilse insan, evet, ötekisiyle birlikteyken ancak varoluşunun anlam kazandığı bilincine ulaşır. Ancak yaşadığımız dünya böyle bir yer değil maalesef. Hiç olmuş muydu? Bir vakitler bir yerlerde, birileri aynı gökyüzünün altında aynı toprağın üstünde birlikte yaşadığı benzerleri değil de asıl olarak benzemezleri sayesinde kendi varlığının anlam kazandığı fikrini içkin bir toplumsal düzen oluşturmuş muydu?

Bu sorunun cevabını, her dinin temel felsefesinde, o inancın çıkış noktasında aradığımız takdirde gönül rahatlığıyla evet diyebiliriz. Ancak inançların sistematize edilişiyle birlikte o inancı yaşayan toplumun kimliğini oluşturan temel unsurlardan birisine dönüşmesiyle değişir çok şey. Tanrı buyruğu “bütün insanlar kardeştir” derken dini anlatanların söylemi “aynı dine inananlar birbirlerinin kardeşidir” şekline dönüşür. Salt inançla da sınırlı değil insanın, kendi düşünüş biçiminden kendi iktidarına güç devşirme arzusu. Şimdi bizde dindarlık adına yapılanların benzeri seküler sistemlerde de yaşanıyor. Örneğin AB ve göçmen politikası, Trump’ın duvarı, Maduro’ya uluslararası sistemin seçim dayatmasıyla siyasi darbe indirmesi, Arap Baharı karşısında takınılan tutum gibi saymakla bitmeyecek örnek var. İnsan hakları hukuku ve demokrasi adına kendi ülkelerinde ve küresel ölçekte siyasi ve askeri tedbirler alırken dine değil ama hukuka takla attıranların niyeti de erk.

Evrensel insan hakları beyannamelerinin bütün insanlar anlamı taşımasına rağmen bu evrensel yargıyı, kendi hukukunun temeline alan devletlerin, eşitsiz güç ilişkisinde hukuku araç kıldıkları bir gerçek. Demokratik tutumu, kendi vatandaşlarıyla sınırlayan, ötekini yok sayan. İnsan hakları hukukunun mucidi Avrupa ülkelerinin, kapılarına dayanan mültecilere reva gördüğü muameleyi hatırlamak yeter bunun için. Bütün insanlar eşit ama kendi vatandaşları daha eşit. Yüzlerce yıl tüm kaynaklarını sömürdükleri topraklardan çıkan bugünkü göçmenlerin, atalarından çalınanı geri almaya dair yolculuğu, çalınan o zenginlikler sayesinde kurulmuş refahı bölüşürse kaybedeceği korkusundan kaynaklanmıyor mu?

En önemli sorun dinin de hukukun da birilerinin tekelinde olmadığını kavramak. Ötekinin, varlık nedenimiz olduğunu idrak ettiğimizde kimse bize endüljans dayatamaz.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.