YAZARLAR

Gülnur Acar Savran: Erkeklik krizi yok, patriarka hâlâ çok güçlü

Feminist yazar ve teorisyen Gülnur Acar Savran’a göre tüm egemenlik ilişkilerinde olduğu gibi ailenin birliği de şiddet ve rızaya dayanıyor. Patriarka ve kapitalizmin işbirliği, kadınları aileye, haneye hapsediyor ve onları şiddete, emeğin sömürülmesine rıza göstermeye zorluyor. Savran’a göre her şeye rağmen feministlerin sesi hane içlerine ulaşıyor. O yüzden Türkiye’de kadın cinayetlerine, dayağa karşı tepkiler kitleselleşiyor…

İstisnalar hariç ama yaygın film şu: Aynı dairede çalışan devlet memuru çift sabah uyanıyor. Kadın kahvaltı hazırlıyor, kocasının pantolonunu ütülüyor, çocukları giydirip doyuruyor, okul servisine yetiştiriyor, sofrayı topluyor. Kocasıyla beraber işe gidiyorlar, akşam beraber eve dönüyorlar. Koca, “yorgunluktan” salonda uzanırken kadın mutfakta akşam yemeği hazırlıyor, sofrayı kurup kaldırıyor, bulaşıkları yıkıyor, çocuklara banyo yaptırıyor, ödevlerini kontrol ediyor vs… Bu esnada erkek yorgunluktan kolunu kaldıramıyor, maç izliyordur!

Peki o güçlü, dayanıklı, kavgacı erkek, nasıl oluyor da evine girdiği an yorgun, bitap hale geliyor? Nasıl oluyor da bir bardağı salondan alıp mutfağa götüremiyor? Yerleri süpürüp çamaşırları asamıyor? Üstelik kendisiyle aynı işte çalışan kadın, işyerinde olduğu kadar evde de yoğun bir emek sarf ettiği halde hiçbir şeyin sahibi sayılmıyor! Kadınların ev içi emeği işçinin kendini yeniden üretimini mümkün kıldığı halde, nasıl oluyor da Marx tarafından bile ıskalanıyor?

Bu hafta Türkiye’nin önde gelen feminist teorisyenlerinden Gülnur Acar Savran’la patriarka-kapitalizm, din, devlet ve aile kıskacında kadının görünmeyen emeğini, AKP’nin aileci politikalarının geleceğe nasıl bir patriarka taşımaya aday olduğunu, feminizmin aileyle mücadelesini ve taleplerini konuştuk…

Önceki gün duruşmasını izlediğimiz Şule Çet davasında sanıkların aktardığı ayrıntılar dikkat çekiciydi. Çet’i pencereden atma, cinsel saldırı suçlarıyla yargılanan Çağatay Aksu, aynı zamanda Çet’in eski patronu. Duruşma esnasında anlıyoruz ki Çet, Aksu’yla kendisine iş bulması ihtimali dolayısıyla görüşüyor. Bu yüzden saatlerce istemediği bir “sohbete” katlanıyor. Bu görüşme Çet’in cinsel saldırıya uğraması ve ölümüyle sonuçlanıyor. İki defa gözaltına alınıp serbest bırakılan sanıklar, kamuoyu baskısı olmasa belki daha sonra tutuklanmayacaklardı da. Bir arkadaşımız Çet cinayetini zenginlerle yoksulların davası olarak tanımladı ama isterseniz erkek patron ve kadın işçi davası olarak da tanımlanabilir. Şule Çet cinayeti ve davası size ne anlatıyor?

Bu olayda cinsiyete dayalı iktidarla sınıfa dayalı iktidarın iç içe geçerek birbirini pekiştirdiği ve erkek patrona büyük bir hiyerarşik güç sağladığı bir ilişki söz konusu. Anlaşılan Şule Çet’in iş bulma ihtiyacı da bu hiyerarşik ilişkiden sıyrılmasına engel olmuş. Fakat fabrikada ya da işyerinde de kadın işçinin işsiz kalma korkusu, güvencesizliği, patronların erkeklik konumunu pekiştiren, tacizleri kendileri açısından kolaylaştıran faktörler olabiliyor. Çet davası, toplumun bütün iktidar ilişkilerinin mikro düzeyde yoğunlaştığı bir alan gibi görünüyor.

Feminist yazar ve teorisyen Gülnur Acar Savran (Fotoğraflar: Dilara Özçelik)

Bu iktidar veya tahakküm ilişkisinin aile denen yapıda da var olduğu, kurumsallaştığı ve aynı zamanda görünmezleştiği söylenebilir mi?

Modern, tek eşli, hetoroseksüel patriarkal aile açısından kesinlikle öyle. Bu ailenin ekonomik temeli, kadının karşılıksız emeği üzerinden oluşuyor. Çeşitli sahici insanî ihtiyaçlar ailede, aile ideolojisi tarafından birbirine iliştiriliyor, bitiştiriliyor ve adeta bir doğal bütünlük halini alıyor. Mesela cinsellik ve üreme. Bu iki ihtiyaç “cinsiyetlerin tamamlayıcılığı” efsanesiyle birbirine bitiştiriliyor ve cinsellikle üreme arasında doğal bir bağlantı kuruluyor. Buna göre, cinsiyetler tamamlayıcıdır. Cinsellik heteroseksüel olmak zorundadır ve bu da üremeye yönelik olmalıdır!

ÇOCUK YAPMA BASKISI KADINLAR ÜZERİNDE GERÇEK BİR BASKI

Muhafazakâr bakıştan mı söz ediyorsunuz?

Modern aile ideolojisinde de bu var. İdeolojik yollarla pompalanan çocuk yapma baskısı, kadınlar üzerinde gerçek bir baskı. “Seviştiğin adamla çocuk yapacaksın!” Annelik öylesine dayatılan bir kimlik ki, bu ideolojik bombardımana kadınlar da dahil oluyor. Bir kadının anne olmayı seçmemesi, bunun dışında kalması çok nadir.

Çocuk doğurmakla birlikte o çocukların bakımını üstlenmek de anneliğe, kadınlık rolüne iliştirilen bir dayatma değil mi? Erkeklerin çocuk doğuramaması, bakımlarını üstelenemeyecekleri anlamına gelmez ki!

Elbette! Çocuk bakımı da kadın kimliğine iliştiriliyor. Sadece bunlar da değil; “sevgi paylaşımı”, “dayanışma” gibi son derece insanî ihtiyaçlar da yalnızca aile içinde karşılanabilirmişcesine bunlarla bütünleştiriliyor. Ailenin bu birliği bir yandan şiddet yoluyla sürdürülüyor. Sizin geçen haftalarda yaptığınız söyleşilerde söz konusu ettiğiniz ensest mesela. Cinsellik hakeza. Sonuçta cinsel hizmet, evlilik içinde kadının erkeğe vermek zorunda olduğu bir hizmet aslında. Kadının evlilik içinde bunu reddetmesi söz konusu değil, çünkü bu hizmet, evlilik akdiyle kadına dayatılıyor.

Cinsel hizmetten kadın da yararlanmıyor mu?

Bir kere bunun için evli olması gerekmiyor. Öte yandan erkek merkezli cinselliğin, kadın cinselliği açısından nasıl doyurucu olmadığına dair çok büyük bir literatür var. İngiltere’de yapılan bir araştırmada, çok çeşitli sınıflardan kadınlarla görüşülmüş ve kadınların çoğunluğu, cinselliği bir görev olarak yaşadıklarını ifade etmişti. Zorunlu cinsellik aslında evlilik içi tecavüzdür. Dolayısıyla çocuk doğurmaktan çocuk bakımına, “sevgi paylaşımı”, “dayanışma” gibi ihtiyaçların giderilmesine, zaman zaman tecavüzün, ensestin, cinayetin de eşlik ettiği bir tür “şiddet ve rıza” ilişkisinden söz ediyoruz. Bütün egemenlik ilişkileri şiddete ve rızaya dayalıdır. Ailenin birliği ve bütünlüğünün oluşmasında da hem şiddet hem rıza vardır.

AKP MİLLİ VE DİNİ AİLEYİ KURUMSALLAŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR

Bunun rıza kısmı ne?

Aşk! Modern aile aşka dayalı ya! Aşk mistifikasyonu aracılığıyla kadınlar bu şartlara rıza gösteriyor. Bakıcılık, cinsel hizmet sunmak, erkeğin ihtiyaçlarını karşılamak, çocukların, hatta erkeğin yaşlı-hasta yakınlarının bakımını üstlenmek aile içinde şiddet ve rızayla sağlanıyor.

2004 yılında yayımlanan Beden Emek Tarih isimli kitabınızda, patriarkayı özerk bir sömürü ve egemenlik sistemi olarak tanımlayan feminist yazar Chiristine Delphy’den şöyle bir iktibas yapıyorsunuz: “Toplumsal cinsiyet ilişkilerini değiştirmeye çalışırken, aile işe başlanması gereken tek yer değildir. Çünkü halihazırda ev içi konumlarının onlara sunduğu korunmadan vazgeçmeden önce kadınların kamusal konumlarını güçlendirmeleri gerekir. Örneğin kadınlar emek piyasasında bu kadar dezavantajlı durumdayken ve nitelikli ev dışı çocuk bakımı bu kadar sınırlıyken, boşandıklarında çocuk desteği hakkından vazgeçmeyi göze alamazlar.” Yani kadını sömürme mekanizmasına dönüşen aile veya evlilikten kurtulmaya çalışırken başka bir sömürü alanıyla karşılaşılıyor. Böyle bakınca kadınlar açısından evlilik ve annelik de prangaya dönüşmüyor mu?

Tam da bu yüzden ev emeği ve aile konusunda feministlerin sosyal hak talepleri üç ayaklı bir mantığa dayanır. Birinci ayağı, kadının aile içinde güçlendirilmesi oluşturur. Böylece şiddet gördüğünde veya artık o evliliği istemediğinde boşanabilmeli. Bunun için mesela ev kadınlarına kadınlara 50 yaşından itibaren emeklilik hakkı tanınmalı, boşandığında koşulsuz olarak nafaka hakkı verilmeli. Fakat şimdilerde var olan nafaka hakkının süresi bile kısaltmaya çalışılıyor.

Nitekim AKP yanlısı İslamcı medya belli aralıklarla “nafaka zulmü” konusunu işliyor…

“Nafaka zulmü” başlıklı ideolojik söylem Amerika’da da yaygın. Boşandıktan sonra kadınlara konut, barınma güvencesinin sağlanması, işsizlik maaşının bağlanması, çocuklarını bırakıp kamusal alana çıkabilmelerini sağlayacak 24 saat çalışan kreşlerin açılması, erkek ya da kadın 50 işçi çalıştıran işyerlerinde kreş açma zorunluluğu, babadan ve kocadan bağımsız sağlık güvencesi… Feministlerin bu talepleri, kadınların istedikleri zaman aileden ve evlilikten bağımsızlaşabilmesinin yolunun açılması doğrultusunda. Feministlerin sosyal hak taleplerinin ikinci bir ayağı ise işgücü piyasasında cinsiyetçi bölünmeye son verilmesi yönünde.

AKP aile politikalarında bunun tam tersi yöntemlere başvuruyor ama…

Bütün iktidarlar ailecidir. AKP aileyi güçlendirmeyi milli ve dini aileyi kurumsallaştırarak sağlamaya çalışıyor. Bunu esas olarak üç yoldan yapmaya çalışıyor. Boşanmayı zorlaştırmak, nafakayı sınırlandırmak bunun bir ayağı. Annelik dayatması ve kürtajı engellemek ikinci ayağı. Kürtajı yasaklayamadılar ama kamu hastanelerinde kürtaj yapılmıyor. Üçüncü yöntem de Diyanet’i sosyal politikaların aracısı yaparak sosyal yardımlarla aileyi sosyal hizmet kurumu haline getirmek.

ERKEKLERE ÇOCUK BAKIM KURSLARI VERİLMELİ

Az önce ifade ettiğiniz işgücü piyasasındaki cinsiyetçi bölünmeden kastınız ne?

İşgücü piyasası cinsiyete göre yapılanıyor. Kadınlara güvencesiz, istikrarsız, düşük ücretli, esnek çalışma uygun görülüyor. Zaten kadınların konumu da ancak bunu mümkün kılıyor, çünkü evde de iş yapıyor ve çocuk bakıyorlar. Buna mukabil erkekler daha yüksek ücretli işlerde çalışıyorlar, daha sürekli istihdam olanağına sahipler. Bu cinsiyetçi bölünmenin aşındırılması için, örneğin “erkek işleri”nde, teknik beceri kurslarında kadın kotası uygulanmalı. Kadın-erkek bütün işçilerin çalışma saatleri azaltılmalı ki, ev işleri ve bakım paylaşılsın. Üçüncü ayakta ise erkeklerin bakım emeğine dahil edilebilmeleri için birtakım önlemler söz konusu.

Ne gibi önlemler?

Mesela doğum sonrasında her iki ebeveynin değil, sadece babanın kullanabileceği ve devredemeyeceği, kullanılmadığında harcanmış sayılacak babalık izninin verilmesi gibi. Kreşlerde, çocuk bakım merkezlerinde erkeklere babalık, çocuk bakım kursları verilmesi bu tür önlemlerin bir başka örneği.

2014 yılında Ankara-Bahçelievler’de bir adam, iki buçuk yaşındaki bir çocuğu parkta dolaştırırken karşısında polisi buluyor. Çünkü parktaki kadınlar, adamın çocuğu kaçırmış olmasından şüphelenip ihbar etmiş. Fakat ortaya çıkıyor ki adam, çocuğun babası!

Mükemmel bir örnek! Sırf bu örnek bile babaların çocuk bakımını üstlenmesinin ne kadar alışılmadık olduğunu anlatmaya yeter. Batı’da bir tür yeni babalık ideolojisi gelişiyor ve babalar, çocukların sokaktaki, ama ancak sokaktaki, bakımıyla daha çok ilgilenebiliyorlar. Fakat bir yandan kadınların ev içindeki çalışma yükünü hafifletmeye öte yandan onların esnek çalışma koşullarını sağlamaya yönelik, Batı’da yıllardır sürdürülen aile ve iş yaşamını uyumlulaştırma politikaları, ev emeğinin bölüşümü konusunda büyük bir dönüşüm yaratmamış.

Çeşitli makalelerinizde kadınların ev içi emeğine “duygusal emeği” de dahil ediyorsunuz. Nedir duygusal emek?

Çocukların, yaşlıların, kocanın duygusal ihtiyaçlarını tatmin edecek biçimde emre amade olmak!

KRİZ DÖNEMLERİNDE KADINLARIN DUYGUSAL EMEĞİ DE KATLANARAK ARTIYOR

Bir baba, oğluna pantolon alamadığı için intihar ettiğinde evine ekmek götüremeyen babalardan söz edildi. Ama ekmeğin gelmediği o evde yaşayan ve çocukları doyuramayan annelerin yaşadığı duygusal tahribat da var. Dolayısıyla mevcut ekonomik krizin aileye yansımasında, kadınların ciddi bir duygusal yıpranma da yaşadıklarını söyleyemez miyiz? Bunu da duygusal emeğe dahil etmek mümkün mü?

Kadınlar bu duygusal tahribatı yaşarken bir yandan da eve ekmeği getiremeyen kocayı da rahatlatma, onun öfkesini gemleme görevini üstleniyor. Ayrıca duygusal emeğin ötesinde, kriz dönemlerinde kadınların üzerindeki ev işi ve bakım yükü çok daha artıyor. Çünkü hane geliri düşünce, daha önce satın aldıkları mal ve hizmetleri artık kadınların kendi emekleriyle telafi etmesi söz konusu oluyor. Yani parasını ödeyemeyince çocuğu kreşten alıp kendisi bakmak zorunda kalıyor. Zaten Türkiye’de kamusal bakım hizmeti çökmüş durumda. 2008 yılında 497 olan kamu kreşi sayısı 2016’da 56’ya düşmüş. Buna mukabil müftülüklere bağlı kreş saysı 2008’de 692 iken, 2016’da 1.552’ye çıkmış. Yani çocuk bakımıyla ilgili kamusal hizmet çökerken dini kurumlar üzerinden ücretli bakım merkezleri artıyor. Bunların ücreti muhtemelen düşüktür ama yoksul ve “seküler” bir aile ya çocuğunu müftülük kreşine göndermeyecek, bakımını anne üstlenecek veya istemediği halde çocuğunu buraya bırakmak zorunda kalacak. Dolayısıyla kriz dönemlerinde kadınların hem duygusal emekleri hem de maddi, fiziksel emekleri katlanarak artıyor.

Beden Emek Tarih’te şöyle diyorsunuz: “Erkeklerin, bakım ve ev işlerini, bir iş paylaşımından söz etmeyi mümkün kılacak ölçüde üstlenmeleri, ancak her ikisi de ev dışında tam gün çalışan ve işlerinin statüsü de ücretleri de eşit olan çiftlerin durumunda gerçekleşir. Bu da genellikle, her ikisi de meslek sahibi olan üst-orta sınıftan çiftler için söz konusudur.” Fakat şunu biliyoruz ki, aynı statüde olan memur çift sabah uyanıyor ve kahvaltıyı kadın hazırlıyor. Akşam beraber eve dönüyorlar ama “bedensel olarak daha güçlü” erkek salonun bir köşesine yığılıp televizyon izlerken kadın yemek yapıyor veya bulaşık, çamaşır yıkıyor, yerleri süpürüyor vs…

Elbette yaygın olan sizin söylediğiniz. Benim orada söylemeye çalıştığım şu: Eğer bir paylaşım oluyorsa, ancak bu tür durumlarda söz konusu olabiliyor. Ev işi paylaşımının mümkün olduğu bir diğer durum ise erkeğin işsiz, kadının evin tek gelir sağlayıcısı olduğu aileler, burada paylaşım mecburen söz konusu olabiliyor. Tüm gün evde oturan erkek, çoğu zaman ev işi yapmak yerine kahveye gidiyordur ama ev işine zaman zaman el de atabiliyor. Yaygın olan bu değil, çünkü cinsiyetçi iş bölümü son derece katı ve güçlü.

EV İÇİ EMEĞİN ÜCRETLENDİRİLMESİ KADINI BAKICILIĞA, ANNELİĞE SABİTLER

Kadınlar bile, toplumsal cinsiyet rollerinin hakimiyeti dolayısıyla ev içi emeği bir işçilik olarak görmediği gibi, başka evlere gündeliğe, temizliğe giden kadınlar da işçi olarak görülmüyor, sigorta gibi temel haklardan faydalanamıyor…

Çünkü ücretli ev hizmeti, karşılıksız emeğin bir uzantısı olduğu için doğallaştırılıyor. “Tabii ki kadınlar evi temiz tutmak ister.” “Tabii ki kadınlar çocuklara şefkat gösterir.” Bunlar kadınların “doğal yatkınlıklarıdır!” Bu yaklaşım, ev içindeki karşılıksız emekten ücretli ev hizmetlerine de taşınıyor. Ücretli ev hizmetlerinin çeşitli biçimlerinden biri gündelikçilik. Yaşlı ve çocuk bakımı ya gündelik ya yatılı olabiliyor. Bazı durumlarda da bakıcı kadın, çocuklara kendi evinde bakıyor. Bu çalışma biçiminin hangisi olduğuna göre “patron” kadınla ücretli ev/bakım işçisi arasındaki ilişkiler değişiyor. Bunun ücretli emeğe en yakın biçimi, gündelikçilik. Sabah geliyor, belli bir süre evde çalışıyor, temizlik, yemek yapıyor, çocuk bakıyor ve gidiyor. Yatılı olduğunda “sen aileden sayılırsın, şu işi de yapıver, şunu da hallediver” oluyor. Emek sömürüsü katmerleniyor… Roma filmindeki Cleo böyle bir kadın aslında.

Belki de erkeklerin, kadınların ev içi emeğinin değerini idrak edebilmeleri için bunun parasal karşılığını hesaplamak gerekiyor. Örneğin gündelikçi bir kadın günde 150 lira ücret alıyor. Dışarıda çalışmayan her kadının, bırakalım çocuk bakımını, sadece gün boyunca evde harcadığı emeğin karşılığını bunun üzerinden hesapladığımızda ve kadınların her ay veya her gün kocalarından bu emeklerinin ücretini talep ettiklerini tahayyül ettiğimizde tablo daha anlaşılır hale gelmez mi?

Bir dönem feministler ev işi için ücret talep ettiler zaten. Fakat o ücreti erkek mi, devlet mi ödemeli tartışmaları oldu. Bu ücreti erkeğin ödemesini sağlayacak genel bir politika üretmek çok zor. O zaman araya devlet girecek ve kadının erkekten alacaklı olduğu zaman ve emeğin karşılığı olan ücreti üstlenecek. Ev içi emeğin ücretlendirilmesi talebinin başka sakıncaları da var. Bu emeğin ücretlendirilmesi, kadını bakıcılığa, anneliğe, aileye hizmet veren konumuna sabitler. O yüzden feministler demin sözünü ettiğim üç ayaklı sosyal hak taleplerini öne çıkarıyor.

DİN, DEVLET, AİLE! AKP BU YOLLA AİLECİ İDEOLOJİYİ GÜÇLENDİRİYOR

AKP’nin “annelik parası” veya yaşlı bakımı için kadına belli bir ücret ödemesi gibi çeşitli sosyal yardımlarını bu çerçevede nasıl yorumlamak lazım?

Bu politika, çok cüzi ücretler karşılığında kadını bakıcı, eş, anne kimliklerine sabitliyor. Bu tür yardımlar ancak özgürleştirici haklarla, cinsiyetçi iş bölümünün hafifletilmesine yönelik politikalarla beraber sunulduğunda kadına destek olabilir. Öte yandan AKP’nin aileci politikası, Diyanet’i araya sokarak sosyal politikalar yerine sosyal yardım rejimini getiriyor. Din, devlet, aile! AKP bu yolla aileci ideolojiyi güçlendiriyor. Ayrıca sosyal yardımlar genel bir hak olarak değil, sınırlı, keyfi, pilot bölgelerde proje bazlı olarak, üstelik çok cüzi paralarla uygulanıyor. Aylık geliri 1000 TL’nin altında olan ailelere veriliyor bu yardımlar. Dahası bu yardımları alan kadınlar istihdam rakamlarına dâhil ediliyor ve bir tür sosyal güvencesiz işçi gibi konumlandırılıyor. Sigorta yok, mesai saati sınırsız ve ücret çok cüzi. Dolayısıyla neo-liberal politikalarla sosyal hizmetler çökertilirken bunun yükü aileye ve aslında kadının sırtına yükleniyor.

Marx’ın aile tahayyülü ile ilgili ne söylersiniz?

Sanayileşmenin hızlandığı dönemde özellikle İngiltere’de kadınlar işgücü piyasasına kitlesel bir biçimde katıldılar. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da kapitalizm kadınları giderek daha çok işgücü piyasasına çekecek, işçi ailesi sönümlenip ortadan kalkacak ve sadece burjuva ailesi ayakta kalacak diyorlardı. Çünkü onlara göre, burjuva ailesi özel mülkiyet ve miras temeline dayalıdır. İşçi ailesinde özel mülkiyet söz konusu olmadığına göre, kadınların işçileşmesiyle bu ailenin varlık nedeni kalmaz.

MARX VE ENGELS’İN İŞÇİ AİLESİNE DAİR ÖNGÖRÜSÜ TAMAMEN YANLIŞLANDI

Marx ve Engels’in bu öngörüsü çıktı mı?

Tamamen yanlışlandı! 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında erkek emek gücünün sağlıklı, kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yeniden üretilmesi için işçi ailesinin yeniden düzenlenmesi gerekti. Ondan önceki dönemde işçi ailesi çok farklıydı. Barakalarda kalınıyor, çok sayıda aile iç içe yaşıyor, çocuklar ortalarda vb.… Kapitalizm, işçilerin sabah kalkıp düzenli olarak işe gitmelerini sağlamaya yöneldi. Kadınların işgücüne katılımı, sendikaların da katkısıyla kısıtlandı. Kautsky, 20. yüzyılın başında “bir insan iki efendiye birden hizmet edemez ki” diyordu.

Hem patrona hem kocaya…

Dolayısıyla aile ideolojisiyle, kadınların işgücünden dışlanmasıyla ve aile ücreti mekanizmasının çalıştırılmasıyla kadınlar tekrar aileye çekildi. Böylece işçi ailesi, burjuva ailesi modelinde yeniden düzenlendi. Kapitalizmin o dönemki dinamiği böyleyken, şimdi kadınları kitlesel sayılabilecek düzeyde işgücü piyasasına çekiyor. Kadınlar evde bakım hizmeti vermek zorunda oldukları için de, esnekliği yerleştiriyor kapitalizm, kadınları kısmi zamanlı veya çağrı üzerine çalıştırıyor.

Fakat Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi raporuna göre Türkiye’de 11 milyondan fazla kadın ev ve bakım işleri nedeniyle çalışma hayatına katılamıyor…

Tabii, çünkü Türkiye’de patriarka, kapitalizmin güncel ihtiyacına rağmen hâlâ o kadar güçlü ki, böyle bir sonuç söz konusu olabiliyor. Türkiye’de kadınların esas olarak bakım ve ev işi hizmeti vermesi, işgücüne katılımlarını engelliyor.

Aynı rapora göre iş yaşamından çekilenler büyük oranda 25-34 yaş grubundaki genç kadınlar…

Çocuk doğurdukları için…

İrfan Aktan ve Gülnur Acar Savran

ERKEKLİK KRİZİ YOK, PATRİARKA HÂLÂ ÇOK GÜÇLÜ

Rapora göre her yüz genç kadından 14’ü işgücü dışında kalırken bu rakam erkeklerde yüzde 1’i bile bulmuyor. Genç kadınların yüzde 71’i ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı nedeniyle iş yaşamından çıkıyor. Kadınlar yine erkeklere göre daha güvencesiz işlerde ve kötü koşullarda çalışıyorlar. Kadınların yüzde 23,8’i taşeron çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla çalışma ve ücretli düzensiz istihdam biçimlerinde yer alıyor… Raporun verileri böyleyken, bir süredir kadına yönelik şiddeti, kadınların işgücüne katılımından ve dolayısıyla güçlenmelerinden kaynaklanan bir “erkeklik krizi” olarak değerlendirenler var.

Ben bunu “erkeklik krizi” yerine, kadınların direnişi üzerinden okumak gerektiğini düşünüyorum. Bana göre patriarka hâlâ o kadar güçlü ki, erkekler açısından krize girilecek bir durum söz konusu değil. Fakat kadınlar artık örneğin şiddete karşı direniyor ve bu durumda boşanmak istiyor. Bu direnişin karşısındaki erkeklik reaksiyonu, “sahipliğini” sürdürmek için kadınları öldürmek!

Beden Emek Tarih kitabınızdan naklen: “Kapitalizmde insanlar-arası ilişkilerin şeyler-arası ilişkilere dönüştüğünü söyleyen, bireysel emeğin ancak metalar-arası ilişkiler dolayımıyla toplumsal emeğin bir parçası haline geldiğini gösteren ve bunu ‘meta fetişizmi’ kavramıyla eleştiren Marx, kadınların ev emeği söz konusu olduğunda bu eleştirelliğini yitirir. Mübadele edilmediği için ‘değer’ biçimine bürünmeyen ve dolayısıyla kapitalizmin gözlükleriyle görünmez olan bu emeği görünmez bırakmakta bir beis görmez. (…) Bu özgül sorun söz konusu olduğunda kapitalizmin ufkuna hapsolmuştur Marx ve ev emeğini bir tahlil konusu sayılmayacak biçimde doğallaştırmıştır.” Marx’ın ev içi emeği tahlil konusu yapmamasını nasıl izah ediyorsunuz?

Yeniden üretim alanını bakışının dışında tutuyor. Kapital’de işçi sınıfının yeniden üretiminin sermayenin yeniden üretiminin önkoşulu olduğunu söyledikten hemen sonra, ama kapitalist bunu işçinin içgüdüsüne bırakabilir, diyor. İşçinin ücretiyle satın aldığı geçimlik malların tüketilebilir hale gelmesi için, işçinin hijyen koşullarının ve sağlığının sağlanması için kadının harcadığı emeği tamamen yok sayıyor, kadının yaptığı işleri böylece doğallaştırıyor, içgüdüler alanına itiyor. Bu emeğin bir mübadele değeri olmadığı için yok sayıyor bu emeği. Bu kör nokta Marx’ın teorisinin cinsiyet körü olması demek.

Marx’ın bıraktığı bu boşluğu doldurmak da Marksist feministlere kalıyor, değil mi?

Aynen öyle. Feministler, emek gücünün yeniden üretimi ve burada harcanan emek tahlillerinde karşılıksız emeği teorize ediyorlar.

KAPİTALİZM AYAKTA KALDIĞI SÜRECE PATRİARKAYI GÜÇLENDİRECEK

Peki feministlerin, “kadınlar nasıl oldu da eve hapsoldu” sorusuna buldukları yanıt ne?

Kapitalizmin gelişme sürecinde üretimle yeniden üretim birbirinden ayrılıyor. Kapitalizmde üretici, özgür, bağımsız işçi ve yeniden üretiminden kendisi sorumlu. Kapitalizm öncesi dönemde feodal derebey, yanında çalıştırdığı insanların yaşamlarının idamesini, onların beslenmesini kendi himayesi altında sağlardı. Kapitalizmin, üretimle ve yeniden üretimin ayrıldığı dünyasında özgür işçi, emek gücünün yeniden üretimini evde, aile içinde sağlamak zorunda. Çünkü sermaye bunu yapmıyor, ona sadece ücretini veriyor. İşçi, o ücretle satın aldığı mallarla kendi yeniden üretimini sağlamak durumunda. Kapitalizm bunu aile içinde sağlıyor. Peki bunu kim yapacak? Kadın yapacak! Bu patriarkanın kapitalizme sunduğu bir imkân. Sonuçta kadınlar kapitalizm öncesinde de “anneydi”, tüm emekleri erkeğe aitti, erkek kadının vasisiydi, çocukları ve karısı üzerinde “babalık hakkı” vardı. Patriarkanın kapitalizm öncesinde böyle denetlemiş olduğu kadın, kapitalizmde özgür işçinin emeğinin yeniden üretimini aile içinde sağlayan kişi oldu.

Peki, nasıl oldu da “özgür işçinin” emeğinin yeniden üretimini üstlenen kadınlar, bu üretimden gelen güçlerini kendi yaşam koşullarının, güvenliklerinin bir güvencesi olarak kullanamadılar?

Modern patriarkal toplumda aileyle kamusal alan arasında öyle duvarlar örülü ki, kadının özel alandaki faaliyetleri hiçbir şekilde görülmüyor, değerli vasıf sayılmıyor.

Kamusal alanda egemen olan patriarka bu emeğe bir değer atfetmiyor olabilir ama neden tarihte hiçbir zaman bizatihi kadınlar, kendilerine kölelik koşullarını dayatan patriarkaya karşı topyekûn bir isyana yönelemediler?

Kadınların çeşitli mücadeleleri oldu. Örneğin oy hakkı talebiyle 1800’lerin sonunda başlayan birinci dalga feminizm, ‘süfrajetlerin’ hareketi başarıyla sonuçlanmış, çok büyük bir mücadeledir. Feminizmin ikinci dalgasında aileye yöneltilen feminist eleştiriler ve denenmiş alternatif yeniden üretim biçimleri de önemlidir bence: Kadınlar o yıllarda farklı birliktelik biçimlerini denediler. Fakat kapitalizm ve patriarka devasa güçler. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece de patriarkayı güçlendirmeye devam edecek. O yüzden kadınlar hem patriarkaya hem de kapitalizme karşı mücadele etmek durumundalar.

YENİ KUŞAK FEMİNİSTLER UMUT VERİCİLER, İSYANKÂRLAR

Türkiye’deki mevcut feminist hareketlerin vaziyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bazı feminist odaklar dağıldı ama genç kuşaktan çok muazzam bir beslenme var. Sosyalist Feminist Kolektif bütünlüklü bir antikapitalist feminist politika yapmaya çalışıyordu, militan bir ekipti. Dağılan başka gruplar da var. Örneğin İstanbul Feminist Kolektifi. Ama bu odakların dağılmasına rağmen 8 Mart’ların boyutlarını görüyorsunuz. Yeni kuşak feministler umut vericiler, isyankârlar.

Feministlerin sözünün hane içlerine, evlere ulaştığını düşünüyor musunuz?

Kadınların direnmesinde, kadın cinayetlerine, dayağa karşı tepkilerin ortaya çıkmasında, kadınların sokaklardan, gecelerden vazgeçmemesinde feministlerin sözünün etkisi elbette var. Feministlerin sesi, sözü evlerin içine giriyor.

Sizce AKP iktidarı geleceğe nasıl bir patriarka taşıyor?

AKP, geleceğe çok daha yoğunlaşmış, modern öncesi dönemden de izler taşıyan bir patriarka taşımaya çalışıyor. Fakat onun karşısında konumlanan güçleri gözardı etmemek lazım. Ben o kadar umutsuz değilim. Kadınlar direniyor, bedenlerinin, hayatlarının, kıyafetlerinin denetlenmesine isyan ediyor. Çeşitli dinamikler var AKP’nin bu çabasının karşısında, özellikle de kadınlardan kaynaklanan. Bir örnek de şu: Zamanında kadınlar başörtüsünü bir hak olarak savundular ve başörtüsüyle kamusal alana çıkabildiler ve çıkabildikleri ölçüde de, kimileri başörtüsünden, o başörtüsü üzerinden kendilerine dayatılan başka baskılardan sıyrıldılar.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.