Siyasetin yeni sahnesi, mahkeme salonu
Mahkeme salonları, sadece güç sahibi olanların değil, hak arayan, itiraz eden, mücadeleyi sürdürenlerin de en önemli siyasi sahnesi. Duruşmalarda yapılan savunmalar, çoğu zaman mecliste yapılan konuşmalardan daha politik, daha derinlikli ve bazen de daha etkili.
Türkiye, çok uzun bir süredir yargı, hukuk, adalet sorunlarıyla, bunların yokluğuyla anılan, kendi içinde süren tartışmalar yanında, bütün uluslararası sıralamalarda bu başlıklarda hızlı irtifa kaybeden bir ülke. Yargıya güven, yargının itibarı büyük bir hızla eriyor. Kadir Has Üniversitesi’nin son araştırmasında, yargıya güvenenlerin oranı 2017’de yüzde 49.5 iken 2018’de yüzde 42,5’e inerek bir yılda yedi puan gerilemiş. Yargının siyasallaşması, mahkeme kararlarının alenen verilen talimatlarla yönlendirilmesi artık haber değeri olmayan gerçekler olarak yerleşti. Anayasasızlaştırma ile başlayarak, bütün hukuki mevzuatın maruz kaldığı yapısal bozulma, ağır uygulama sorunlarıyla daha da içinden çıkılmaz hale geliyor. Suçsuzluk karinesi, savunma hakkının fiilen ilga edildiği zemin kurumlaşıyor. Eskiden de çok sağlıklı olmayan hukuk düzeninin iyice bozulduğu tarih olarak Yargıtay Başsavcılığı 2010 referandumunu vererek, yıllardır süren sorunu itiraf ediyor. Zaten söz konusu tarihten bu yana, temel siyasi-toplumsal kavgaların tamamı da, davalar aynasından, duruşma salonlarının sahnesinden izlendi, izleniyor. Hukuktan, adaletten bu kadar uzaklaşılmışken, alanın itibarı yerlerde sürünürken, toplumsal hayattan ekonomiye, siyasetten sağlığa, hatta dış politikaya kadar hemen her şeyi davalar üzerinden izler hale gelmek, hayatın bir başka şakası olmalı.
Geçtiğimiz haftayı da çok önemli ve aslında sadece var olmasıyla acı veren davalarla geçirdik. Rutine bağlanmış dava serileri dışında, birkaç önemli hadise daha öne çıktı; Ankara’daki Şule Çet, İstanbul’da Bülent Şık ve Fatih Polat, Diyarbakır’da Tahir Elçi davaları. Şule Çet davası, sanık avukatlarının, hayat tarzını, bireysel özgürlükleri, hatta kadın olmayı suç veya başkalarının suçları için hafifletici neden haline getiren savunma argümanları dolayısıyla çok tartışıldı. Kanser riskini gösteren verileri paylaşmakla suçlanan Bülent Şık’a açılan dava ise, aslında hem bilimsel sorumluluk hem de halkın gerçekleri bilme hakkını ilgilendiren bir utanç davası olarak ilerliyor. Fatih Polat’a açılan “Cumhurbaşkanı’na hakaret davası” da, “gazetecilik suç değildir” sözünün tekrarından ibaret. Tahir Elçi davası ise, devletin yaşam hakkı ve kamu güvenliği meselesine, bunların ihlali durumunda kendi sorumluluğuna karşı nasıl bir tavır takındığını gösteriyor. Simon Kuper’in kitabının isminden ilhamla çok kullanılan bir kalıp olan “Futbol asla sadece futbol değildir” sözünü bu duruma uyarlarsak, “davalar asla sadece dava değil”. Mahkeme salonları, tıpkı Türkiye’nin bütünü gibi, iktidar sahiplerinin istedikleri gibi kullandıkları, bazıları için eziyet alanı olan kamusal alanlar. Keyfiliği, eşitsizliği, çifte standardı ve hukuksuzluğu ile memleketin genel ahvalini taklit eden sahneler.
Gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum aktivistleri, sanatçılar, siyasetçiler en yoğun mesailerini adliye binalarında geçiriyor. Her kesimden insanın yolu, bazen haklarında açılan davalar için, bazen başkalarına açılmış davalarda destek olmak için mahkeme kapılarına çıkıyor. Sosyal medya hareketliliğinin önemli bir yüzdesi davalar etrafında dönüyor. Toplumsal-siyasal duyarlılıklar, eğilimler, hesaplar, beklentiler, her türlü nabız savcıların açtığı soruşturma dosyalarından, duruşma salonlarından taşan bilgilerden takip ediliyor. Aynıların aynı, ayrıların ayrı yerde duruşu, davalardaki performanslara göre ölçülüyor. Siyasi sicil kayıtları davalara verilen (veya verilmeyen) reaksiyonlara göre tasnif ediliyor. En tepeden verilen “hesap verecekler” talimatlarının, henüz “kan banyosuna hazırlananlar” tarafından değil de şimdilik mahkemeler tarafından yerine getirilmesi seyrediliyor. “Karakola çektirmek”, mahalledeki boş bir tehdit değil bir iktidar gösterme yöntemi olarak gerçekleşiyor. “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganı da, medya-sosyal medya linçlerinin ardında gelen davalarla işliyor; konuşanlar erken sıraya giriyor ama susanlar için de kimse kurtulma garantisi vermiyor.
Mahkeme salonları, sadece güç sahibi olanların değil, hak arayan, itiraz eden, mücadeleyi sürdürenlerin de en önemli siyasi sahnesi. Duruşmalarda yapılan savunmalar, çoğu zaman mecliste yapılan konuşmalardan daha politik, daha derinlikli ve bazen de daha etkili. Sadece, Selahattin Demirtaş ve akademisyenlerin davalarındaki savunmalar, şimdiden geniş bir külliyat oluşturmuş, arşiv değeri kazanmış durumda. Savunma yaptığı için yargılanan avukatlara, konuşturulmayan sanıklara, yapılan savunmaların yeni suçlamaların konusu haline getirilmesine rağmen, duruşma salonları söz söylenmeye devam edilen kürsüler olmayı sürdürüyor. Medya kısıtları dolayısıyla yaygınlaşamasa, duruşma salonuna girebilen sınırlı sayıda insanı heyecanlandırsa da, kayıtlara giriyor, tarihe not düşülüyor. Aydın sorumluluğu, gazetecilik etiği, bilgi edinme hakkı, temel haklar, evrensel hukuk normları, insan olmanın asgari gerekleri, ahlaki-vicdani sınırlar, utanmazlık kriterleri, çoğu zaman ders niteliğinde ve savunmadan çok karşı bir suçlama olarak muhataplarının yüzüne karşı söyleniyor. Kadın mücadelesi, çevre duyarlılığı, hak savunusu, ifade özgürlüğü mahkeme salonlarında sürüyor. Alınan kararlar, takınılan tavırlarla da herkesin boyası siliniyor, maskesi düşüyor.
Mahkeme salonlarının toplumsal aynaya, her meselenin konuşulduğu sahnelere dönüşmesinin en çarpıcı, en popüler örneklerini ABD’de görmek mümkün. Etnik ayrımdan cinsiyetçiliğe, ekolojiden ekonomiye, iç siyasetten dış politikaya kadar hemen her alanda sembol davalar ve o davalar etrafında oluşan yaygın tartışmalar, ABD’de hep çok büyük ilgi gördü, görüyor. ABD’de geçmişte ve bugün, pek çok önemli veya popülerleştirilmiş dava, önemli toplumsal, siyasal dönüşümleri yarattı, tetikledi. Amerikalılar meselelere bir dava konusu olduğunda daha bir dikkat kesiliyor veya böyle popülerleşmesini daha çok seviyorlar. Bu yüzden yargının ve davaların reytingi de, prestiji de pek yüksek. Sistemin gereklerinden ve toplumsal zeminin özelliklerinden dolayı, mahkeme salonları en önemli kamusal sahnelerden biri olarak işlev görüyor. Sinema ve TV endüstrisi ve medya eliyle de aşırı popülerleştirilen bir şov alanı haline geliyor. Bu durumu, gevşek siyasal örgütlenme ve ortak toplumsal zemin zayıflığının sonucu olarak, yani başka bir tür siyasallaşma, toplumsallaştırma olarak okuyanlar da var. Ancak, mahkeme salonlarının memleket meselelerinin sahnesine dönüşmesi açısından bizdeki durum, pek ABD’deki gibi değil. Bizim durumumuz, şimdilik “karakola düşmek”, “mahkeme kapılarında sürünmek” şeklinde ama siyasetsizleşme derinleşip otoriter-totaliter ivme aynı biçimde devam ederse, duruşma salonlarının eldeki tek siyasi alan olarak kalma ihtimali de çok yüksek.