Biz sizin hormonlu siyasetinize mecbur muyuz?
31 Mart’ta sandık başına gidelim ya da gitmeyelim; hayatımızda bir şeylerin artık gerçekten değişmesini istiyorsak, bir an önce bir karar vermeli ve önümüze konulan bu birbirinden farkı olmayan, tatsız tutsuz, soğuk yemeklere, hormonlu sebzelere, bizim için bir lütufmuş gibi yukarıdan yapılan parmak hesabıyla bahşedilen adaylara ve onların bizi mahkûm ettiği korku ve kriz siyasetine mecbur olmadığımızı siyaset profesyonellerine hatırlatmalıyız.
Biz buna mecbur muyuz? Sırf seçim var diye iki buçuk aylığına kurulan belediye çadırlarının önünde ucuz domates, patlıcan, biber sırasına girmeye… Kış günü bu hormonlu turfanda sebzelerden indirimli fahiş fiyatlara alıp türlü yapmaya… Ya da sandık başına gidip şu ya da bu partinin “işte bize seçimi kazandıracak aday” diye dayattığı adaya oy vermek zorunda mıyız? Üstelik bizi bizim adımıza nasıl yöneteceğine, örneğin önümüzdeki beş yıl boyunca kentimizde, beldemizde, hayatımızda neyin değişeceğine dair her zamanki iyi dileklere ve kenti bizim için daha da yaşanılmaz kılacak yeni rant projelerine yer veren seçim bildirgelerinin dışında bir şey söylemiyorsa? Soruyu başka türlü soralım: Gündelik hayatımızı birebir etkileyen yerel siyasetteki tek rolümüz, genel seçimlerde desteklediğimiz siyasi partinin fikrimizi bile sormadan, belki kim olduğunu bilmediğimiz kişilerle yapılan kamuoyu anketlerinin sonuçlarından yola çıkarak, seçmenin kimi istediğine dair farazi bir parmak hesabıyla, ya da daha kötüsü yüksek siyasetin birtakım kulisleri, ayak oyunları sonucunda bizim için uygun gördüğü adaya, sırf rakip parti kazanıp da gücüne güç katmasın diye oy vermekten mi ibaret? Yerel siyaseti siyasal partiler adına yürütülen bir mevzi savaşına indirgeyen, bu arada iki muhafazakâr ve milliyetçi aday arasında seçim yapmak zorunda bırakıldığımız Ankara örneğinde olduğu gibi bizim “gerçekte” ne beklediğimiz, kentin yönetimi adına ne talep ettiğimizle hiç ilgilenmeyen partilere sesimizi nasıl duyuracağız?
Beni bu soruları bir kez daha sormaya yönelten iki sebep var: Birincisi bu haftasonu sosyal medyaya ve gazetelerin internet sitelerine düşen bir haber. Milas’ta CHP’den aday adayı iken AKP’ye geçen ve başkan adayı olan Barış Saylak’ın Cumhurbaşkanı ile yaptığı ve içinde bolca “büyüksün reisim”, “baştacısınız reisim” geçen telefon konuşması. Burada anlatmakla olmaz. Beden dilini görmelisiniz. Saylak uzun yıllar CHP’de siyaset yapmış; işte bilinen parti içi çekişmeler vb. sebeplerle iki dönem üst üste genel merkez tarafından aday yapılmayınca 180 derecelik bir dönüşle AKP’ye geçmiş. Telefon konuşmasının kaydı Cumhurbaşkanı’nın “bilgisayarda hala Cehape’nin amblemi duruyor, onu oradan hemen sil” diye azar geçmesiyle başlıyor; bunun üzerine Saylak “namus ve şeref sözü veriyorum size 1 Nisan’da Milas’ı getireceğim” diyor. Ardından, “5 yatırımcı bakanı” kampanyasında istediğini söylüyor; Cumhurbaşkanı bakanların siyaset dışı oldukları için kampanyaya katılamayacakları ancak “perde arkasından” destek verecekleri yanıtını veriyor; aday “tabii ki sizi istiyorum Cumhurbaşkanım” diye devam ediyor. Şimdi bu aday CHP’de olsa ne yazar? AKP’de olsa ne yazar?
Peki ya CHP’de çalkantılara yol açan, Şanlıurfa Siverek belediye başkanı adaylığı geri çekildikten sonra bizzat Kılıçdaroğlu’nun kararıyla yeniden aday yapılan Mehmet Fatih Bucak’a ne demeli? Bucak, MHP’nin adayıyken “bir daha Bucak’ın içinde bir tane başka levhalı araba görürsem kendileri bilir, şimdiden elleriyle mezar kazmaya başlasınlar” demişti. MHP’nin geri çektiği adayı CHP kaptı. Sonuçta Kılıçdaroğlu, partisinden yükselen seslere rağmen, yerel seçimi bir mevzi savaşı olarak gördüğünden olmalı, rakip partilerin adaylarını ve seçmenlerini açıkça tehdit eden birinin ne partisini nasıl temsil edeceğini, ne de ilçeyi nasıl yöneteceğini dert etmiyor olmalı ki Bucak’ı aday göstermekteki ısrarını sürdürdü.
Mecbur muyuz, diye sormama ikinci sebep, bu hafta sonu katıldığım Yerel Yönetim Forumu’nun açılışında izlediğimiz bir filmle ilgili. Ankara’nın gayrı resmi gazetesi Solfasol’un düzenlediği forumlar dizisinin dördüncüsü, “İki yıl sonra” filmi(i) ile başladı. Film, Barselona’da 2015 yılında yerel yönetimi kazanan Müşterek Barselona (Barcelona en Comú) hareketinin(ii) iki yıllık kenti yönetim deneyimini aktarıyor. Elbette, ne Barselona’daki sol geleneğin Türkiye solu ile ne de Katalan toplumsal hareketler deneyiminin Türkiye deneyimi ile karşılaştırılması mümkün. Ancak Barselona deneyimi, bize yerel yönetimlerin ne olması gerektiği ya da başka türlü nasıl olabileceği hakkında çok önemli bir şey söylüyor. Nitekim, 2015’ten bu yana kenti yöneten Müşterek Barselona’nın çağrısıyla 2017’de “Korkusuz Kentler” adı altında yeni bir yerel yönetimler inisiyatifi ortaya çıkıyor.
Müşterek Barselona, kendiliğinden oluşmuş bir yurttaşlar platformu. İspanya’yı 2009 yılından itibaren vuran ekonomik krize ve kenti giderek daha yaşanılmaz hale getiren turizm, rant ve kentsel dönüşüm politikalarına karşı oluşan yerel hareket ağlarını, sokak hareketlerini, mortgage krizinin yol açtığı ev tahliyelerine engel olmak için ortaya çıkan direniş örgütlerini bir araya getiren yatay bir örgütlenme. Ne bir siyasal partiyle ne de başka bir siyasal oluşumla organik bağları var. Hayatlarında bir şeyin değişmeyeceğini düşündükleri için şimdiye kadar hiç oy kullanmamış gençleri, siyasetçilere ve geleneksel siyaset araçlarına güvenmeyen, umutsuz toplum kesimlerini bir araya getiriyor. Müşterek Barselona’nın sadece adaylığı bile rakip sağ partinin adayının programını güncellemesine ve daha önce yer vermediği konuları gündeme almasına yol açıyor. Müştereğin girdiği ilk seçimi kazanarak yönetime gelmesiyle birlikte, kentte pek çok şey değişmeye başlıyor. Kirlilik sorunu, kenti sakinleri için yaşanmaz kılan turizmin ehlileştirilmesi, merkezdeki konutları satın alan büyük şirketlerin kent yoksullarını kent dışına itmesine yol açan kentsel dönüşüm projeleri, ekolojik sosyal dönüşüm ilk kez yönetimin gündemine giriyor. Belediye meclisinde ve yönetimde kadınların sözü geçmeye, erkek politika gelenekleri sorgulanmaya başlıyor. Halka hesap veren ve atılacak adımlarda halkın görüşünü alan bir politikayı hayata geçirmeye başlıyorlar. Mahalle meclisleri toplanıyor. Halk, doğrudan doğruya hayatlarını etkileyen kararların alınmasında söz sahibi olmaya başlıyor. Bir boyutuyla geçen yüzyılın sonlarında Porte Allegre’de yaşanan “katılımcı bütçe” deneyimini anımsatıyor. Ancak bu deneyim Barselona ile sınırlı kalmıyor. İlk kez 2017’de toplanan Korkusuz Kentler platformuna bugün 40 ülkeden 180 şehir ve 700’ü aşkın belediye başkanı üye. Platformun çıkış noktası, aşırı ve merkez sağ siyasetin kentleri yönetim mantığının “korku” üzerine kurulu olması. Göçmen korkusu, ekonomik kriz korkusu, güvenlik korkusundan beslenen sağ siyaset, bu korku gündemde olduğu sürece güçleniyor ve korkuya karşı ürettiği tepki ise daha fazla otoriterlik, rekabet, rantçılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıktan başka bir şey olmuyor. Korkusuz Kentler bunun yerine toplumsal hareketlere, katılımcı araçlara, yurttaş inisiyatiflerine, dayanışma ekonomisine, hesap verilebilirliğe ve doğrudan demokrasiye dayalı yönetim modellerini önceliyorlar. Bu “radikal belediyecilik” anlayışı bize “başka türlüsü mümkün” diyor. İşte bu nedenle, 31 Mart’ta sandık başına gidelim ya da gitmeyelim; hayatımızda bir şeylerin artık gerçekten değişmesini istiyorsak, bir an önce bir karar vermeli ve önümüze konulan bu birbirinden farkı olmayan, tatsız tutsuz, soğuk yemeklere, hormonlu sebzelere, bizim için bir lütufmuş gibi yukarıdan yapılan parmak hesabıyla bahşedilen adaylara ve onların bizi mahkûm ettiği korku ve kriz siyasetine mecbur olmadığımızı siyaset profesyonellerine hatırlatmalıyız.
i Filmin Türkçe altyazılısını bulamadım; İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca ve İtalyanca altyazılı olarak şuradan izleyebilirsiniz
ii Müşterek Barcelona hareketi Türkiye’de pek bilinmiyor. Hala Barcelona’yı yöneten Müşterek Barcelona hakkında seçimlerden önce yapılmış bir değerlendirme için Baybars Külebi’nin Biamag’daki yazısını okuyabilirsiniz.
Ülkü Doğanay Kimdir?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.
İktidarın siyaset korkusu, deprem ve sivil toplum 02 Mart 2023
Seçimleri ertelemek: Asrın felaketi mi asrın gaspı mı? 15 Şubat 2023
Muhalefet loading! 05 Ocak 2023
İmamoğlu, Kılıçdaroğlu, Akşener: Muhalefete her yol aynı kavşağa mı? 22 Aralık 2022 YAZARIN TÜM YAZILARI