Hizbullah Venezuela’da!
Trump, John Bolton’un Ulusal Güvenlik Danışmanı olmasından sonra anlaşmadan çekilerek daha sert bir politikaya geçti. Trump’ın hukuk danışmanı Guiliani rejim karşıtı Halkın Mücahidi örgütünün temsilcileriyle görüştü ve Pompeo Şubat başında İran’ın desteklediği Hizbullah’ın Venezuela’da hücreleri bulunduğunu söyleyiverdi. Foreign Policy dergisi Hizbullah’ın Latin Amerika’da ne kadar faal olduğunu ve uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını anlatan bir yazı yayınladı. Bütün bunlar çemberin daralmakta olduğunun işaretleri.
Geçen yazıda Venezuela’nın Chavez tarafından geliştirilen 21. yüzyıl sosyalizmi modelini ele alıp, bunun küresel sistem açısından ne anlama geldiğini, ABD hegemonyası altındaki Batı merkezli kapitalist düzenin, bu türden tam kopuş sağlamayan modelleri baskı altına aldığını tartışmıştım. Dünya sisteminde bu kategoride iki ülke bulunuyordu. Biri Venezuela diğeri ise İran. Bu yazıda bunun devamı olarak İran’ın İslamcı modelinin açmazlarını tartışacağım. Şu anda ABD bu iki ülkeye yönelik birbirine benzer araçlarla yoğun bir baskı uyguluyor. Bunun son diplomatik halkası ABD’nin geçen hafta Varşova’da İran karşıtı cepheyi toplamasıyla gerçekleşti. Her ne kadar diplomatik açıdan başarılı sayılamazsa da, durum hem İran hem de Venezuela için hiç iyi değil ve bu iki ülkede birden rejim değişikliği riski giderek artıyor.
İRAN DEVRİMİ VE MODELİ
İran birçok açıdan dünya sisteminde özel bir yere sahip. İlk İslami devrimi gerçekleştiren bir ülke olarak, 1979 sonrasında kendisine özgü bir modeli uygulamaya başladı. Kısaca hatırlatmak gerekirse ülkede bir İslami cumhuriyet fikri hayata geçirildi. Yani, seçimle oluşan bir parlamento, kadınların seçme ve milletvekili olma hakkının olduğu, seçilmiş bir cumhurbaşkanının bulunduğu ama kimin seçileceğine Anayasayı Koruma Kurulunun karar verdiği ve rehberin son sözü söylediği bir İslamcı düzen. Kültürel olarak Celal Ahmed’in 1960’larda geliştirdiği Batı’yla temasın bir “Batı zehirlenmesi (Westoxification)” yaratacağı ve İranlıları kendilerine yabancılaştıracağı söylemini rejimin bir düstur olarak benimsediği Batı’ya mümkün olduğunca kapalı bir siyasal sistem. Dış politika olarak yoğun bir Batı ama temelde ABD karşıtlığı, Şiilik üzerinden bölgesel bir hakimiyet ya da en azından komşu ülkelerin iç politikalarında etkinlik arayışı. Ekonomide ise önce Humeyni’nin “ezilenlerin (mostafazan) yönetimi” dediği ama zaman içinde hem liberalleşmeye çalışan ama giderek rejime yakın işadamlarının zenginleştiği, yolsuzluğun yayıldığı, Batı ile ekonomik işbirliği yollarının arandığı, yabancı yatırımın kontrollü olarak gelmesi için çaba gösterildiği karma ve tutarlı olmayan bir model. Ne Müslüman ülkelerde ne de dünyada başka ülkelerde böyle bir model yok. Ne var ki, artık bu model hem iktisadi olarak, hem stratejik olarak, hem de toplumsal olarak sınırlarına ulaştı ve kendi yarattığı sorunlarla baş etmekte giderek zorlanmaya başladı.
Öncelikle Humeyni’nin İslami bir ekonomi kurulacağı sözü bir fantezi olarak kaldı. Buradan miras kalan tek önemli unsur rejimin alt sınıflara çeşitli sosyal yardım programlarıyla kaynak aktarması ve bunu zorlansa da halen sürdürmeye çalışması. Bir de bu insanların bir kısımını Devrim Muhafızlarına alarak, onu da ülkede çok sayıda büyük şirketin ve yatırımın sahibi yaparak ekonomik/siyasal düzene bağlı kılma politikası izlendi. Bu yardımlar 2010’a kadar daha çok gıda ve yakıt yardımı, indirimi şeklinde yapılırken, bu tarihten sonra bu ürünlerin fiyatına yüksek zamlar yapıldı ve her İranlıya o zamanın kuruyla ayda 45 dolar nakit yardıma çevrildi. Bundan sonraki birkaç yılda yoksulluk sorununa geçici bir çözüm olduysa da, hem o sırada yapılan fiyat artışları, hem de petrol fiyatındaki düşüş nedeniyle bunu finanse etmek için yönetimin para basmaya başlaması nedeniyle enflasyonun hızla yükselmesiyle bu katkının önemi azalmaya başladı. Yine de, İran yönetiminin uzun süredir devam eden yardım ve sübvansiyonları İslami rejimin alt sınıflardan aldığı rızanın devam etmesinde kritik bir rol oynadı. Yönetim bir yandan sosyal yardımda bulunurken, öte yandan kapitalist ve sınıfsal niteliğini açığa çıkaran bir şekilde sendikalaşma ve işçi hakları konusunda büyük baskılar uyguladı. Bağımsız sendikaların kurulmasına izin vermezken ve içinde işveren ve hükümet yetkililerinin bulunduğu konseyler kurarken, grevleri engellemeye çalıştı, örgütlenmeye çalışan işçi liderlerini hapse atıp işkenceye tabi tuttu. Halen de çok sayıda işçi lideri İran’da hapishanede bulunuyor. Dolayısıyla, İran’daki İslami rejim sosyal eşitlik gibi bir ilkeden çok, bir tür İslamcı oligarşik bir yapı içinde hareket edip, içinde mollaların da bulunduğu, rejime yakın ailelerin hızla zenginleştiği bir düzen kurdu. Yoksulların seslerinin çıkmasını engellemek için de bir tür sadaka ekonomisi tekniğini uygulayarak sosyal devlet görüntüsü vermeye çalışsa da gelir farklılıkları çok büyüdü. Ama artık bu modelin sonuna gelindi. Rejim uzun süredir bir “direniş ekonomisi” yürüttüğünü iddia etse de, enflasyonun yüzde 30’lar civarında gezindiği, işsizliğin tırmandığı, İran riyalinin serbest düşüşe geçtiği (hükümet bir doları 42 bin riyal olarak sabitlemek zorunda kaldı, karaborsada ise 140 bin civarında) memnuniyetsizliğin hızla arttığı bir döneme girildi. Bunun en somut göstergesi Aralık 2017’de Meşhed gibi rejimin arka bahçesi olarak kabul edilen bir şehirden başlayarak ekonomik koşulları protesto eden ve Devrim Muhafızları tarafından bastırılan gösteri dalgasıydı.
İRAN’IN DENGELEME SİYASETİ
Büyük güçlerle ilişkilerde İran çok tipik bir güç dengesi politikası izlemeye devam ediyor. ABD’ye karşı Rusya ve Çin ile yakınlaşmak ve Batı ile ilişkilerde ABD ile AB arasındaki çatlaktan faydalanmak. Bu model şimdiye kadar işe yaradıysa da Rusya’nın tek başına İran ekonomisini kurtaracak bir gücü yok. Çin ise Trump’ın yeni yaptırım kararlarını duyar duymaz yatırımlarını durdurduğunu açıkladı. AB, Trump yönetiminin nükleer anlaşmadan çekilmesi kararına katılmadı ve anlaşmaya bağlı olduğunu açıkladı. AB, ABD’yi Venezuela politikasında olduğu gibi İran meselesinde takip etmeyeceklerini gösterdi. AB ekonomik ve siyasal avantajlar nedeniyle İran’a yönelik yaptırımlara uymak istemiyor ve bu da anlaşılır bir pozisyon. Ne var ki, başta Total, Daimler, Siemens olmak üzere AB merkezli şirketler İran’a yatırım ve operasyonlarını durdurma kararı aldılar. Sonuçta, ABD pazarı İran’ın zaten zayıf ve düşüşe geçen ekonomisiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli ve geçmişte ABD’ye ödenen yaptırım cezaları nedeniyle hiçbir şirket bir daha bu riski göze almak istemiyor. Dolayısıyla, İran’ın ABD’yi büyük güçlerle dengeleme siyaseti de artık tıkanmış durumda.
İRAN ANTİ-EMPERYALİST Mİ?
İran modelinin şüphesiz bazı olumlu yönleri var. İran Ortadoğu’da stratejik bir direniş hattı olarak görülebilirdi. Fakat İran bu enerjisini çoğunlukla mezhepçi siyasete ve bölgesel savaşlara harcayarak tüketiyor. İran rejimi kendi halkına bu savaşları İran’ın ulusal çıkarlarının bir gereği olarak sunarken, dışarıda bir anti-emperyalist direniş olarak sunmaya çalışıyor. Sonuçta, şu anda Ortadoğu’daki en ciddi sorun mezhep bölünmesi ve İran bu bölünmenin bir diğer tarafını oluşturuyor. Aslında, ABD uzunca bir süredir bölge üzerindeki hegemonyasını İran tehdidi üzerine kurarak sürdürebildi. İran’ın direniş hattı doğrudan bölgesel sorunlara angajman, çatışma ve Lübnan, Irak, Suriye, Yemen gibi ülkelerin iç politikalarını yönlendirebilme çabası üzerinden hareket ediyor. Dar bir mezhepçiliğe dayalı, sınıfsal hiçbir söylemin yer almadığı realist bir bölgesel hegemonya kurma çabasını İran anti-emperyalist bir direniş olarak gösteriyor. Sonuçta İran’ın bölgede izlediği bu politikanın bölge halklarına getirdiği ciddi bir kazanç olmadı.
ABD İRAN’DAN NEDEN RAHATSIZ?
İran’da rejim 1989’dan bu yana ekonomiyi serbestleştirmeye çalışıyor. Yani temelde kapitalizmle bir sorunu yok. Ülkede dolar ikinci para, döviz büroları ve karaborsa çok aktif, bir forex piyasası var. Rejim AB ülkelerini ve Çin’i yatırım için davet ediyor, kolaylık sağlamaya çalışıyor. İktisadi açıdan sorun rejimin küresel kapitalizmle ilişkinin derecesini, bütünleşmenin derinliğini kendisinin belirlemeye çalışması. Küreselleşmeye tam olarak açılmaması. İkinci boyut en az bu kadar önemli. İran gerek İsrail karşıtlığı gerekse Körfez ülkelerindeki Şii nüfus üzerinden rejim ihracı konusunda sıkıntı yaratıyor. Tabii son dönemde İran Lübnan’dan Yemen’e, Filistin’de Hamas’a, Suriye’ye, Irak’a, Bahreyn’e kadar ulaşan bir etkinlik alanı geliştirdi. ABD’nin buna ilk cevabı Obama döneminde nükleer anlaşmayı yapıp yaptırımları gevşeterek Batı’ya ekonomik olarak daha fazla entegre edip, toplumsal bir dönüşüm yaratmaktı. Bu stratejiye daha en başından itiraz eden Trump, John Bolton’un Ulusal Güvenlik Danışmanı olmasından sonra anlaşmadan çekilerek daha sert bir politikaya geçti. Dışişleri Bakanı Pompeo ile birlikte ABD yönetiminin İran karşıtı dili çok sertleşti. Trump’ın hukuk danışmanı Guiliani rejim karşıtı Halkın Mücahidi örgütünün temsilcileriyle görüştü ve Pompeo Şubat başında İran’ın desteklediği Hizbullah’ın Venezuela’da hücreleri bulunduğunu söyleyiverdi. Foreign Policy dergisi (9 Şubat 2019) Hizbullah’ın Latin Amerika’da ne kadar faal olduğunu ve uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını anlatan bir yazı yayınladı. Bütün bunlar çemberin daralmakta olduğunun işaretleri.
KAPİTALİZM İÇİNDE ANTİ-EMPERYALİZM MÜMKÜN MÜ?
İran ve Venezuela birbirlerinden farklı ülkeler ama her ikisi de bir enerji kaynağına dayanarak, içte değişen şekillerde otoriterleşerek ve baskıcı bir rejim kurarak dışta Rusya ve Çin’e dayanarak anti-emperyalist bir duruş sergilemeye çalışıyorlar. ABD 2003’te Bush ile Irak’ı, 2011’de Obama döneminde Libya ve sonrasında Suriye’yi yıkıma uğratarak bu tür devletçi modelleri tasfiye etti. Trump’a ise Venezuela ve İran işini halletmek kaldı. İran, nüfusu, hiçbir muhalefete izin vermeyen baskıcı rejimi, içeride Batı’ya bağlı bir sermaye sınıfı bulunmaması, belli bir sanayi alt yapısının olması sayesinde daha çetin ceviz ve daha uzun süre dayanacak gücü var. ABD bu iki ülkedeki rejimi de daha çok ekonomik araçları kullanarak kendi halklarına değiştirtmek istiyor. Bu daha çok zaman alan bir strateji olmakla birlikte Venezuela’nın bu baskıya dayanma imkanı daha az. Asgari ücrete yüzde 10 zam, dış düşmanlar söylemiyle toplumsal mobilizasyon ve İslamcılık yerine Pers milliyetçiliğini öne çıkarma çabaları ve muhalefet üzerindeki baskının artması İran’ın şimdilik bu saldırıya vermeye çalıştığı cevaplar. Ama sonuçta halkını doyuramayan rejimlerin ayakta baskıyla kalması zor. İran’da aylarca maaşlarını alamayan işçilerin “maaşlarımızı ödemeyen Amerika’ya ölüm!” diye slogan atmaları, ABD karşıtı gibi görünse de aslında içinde alaycı bir rejim karşıtlığını da içeriyordu.
Sonuçta petrol ve doğal gazını satarken ve kritik ürünlerin ithalinde hâlâ dolara bağlı olarak anti-emperyalist bir mücadele yürütmenin sınırını ABD belirliyor. İran örneğinde daha devrim döneminde solu ezip geçmiş, günümüzde sola dair en küçük bir internet yayınına bile izin vermeyen (örneğin, Gam dergisi), kadının giyimini baskıyla düzenleyen, azınlıkları ezen bir rejimin anti-emperyalizmi bu kadar oluyor ve bize de ABD saldırganlığını eleştirirken böyle bir rejimi savunmak zorunda olmadığımızı, anti-emperyalizmin önce içte bir özgürleşme ve kapitalizmle ilişkiyi koparmaktan geçtiğini bir kez daha hatırlatıyor.