Çift hukukluluk tehlikesi kapıda mı?
Çift hukukluluk tehlikesi yaratan bir durumla karşı karşıyayız. Geçmişte daha çok özel hayat alanı ve ibadetler için fetvalar verilir ya da kamuoyuna böyle yansıtılırdı. Şimdi dinin muamelat hükümleri çerçevesinde kalan konular için de geçmiş fıkıh yorumlarının aynıyla tekrarlandığını görüyoruz. Kamu düzenine, toplumsal yaşama dair fetvalar kamuya açık biçimde yayınlanıyor. Sadece doğrudan o soruyu soran kişiye verilmesi gereken cevap halkla paylaşılarak, o fetvaya hukuk içtihadı niteliği kazandırılmak isteniyor.
"Hâkimler kararlarıyla konuşur" ilkesi, dillere pelesenk olmuştu bir vakitler. Şimdilerde hukuk ve demokrasi ilkelerini hatırlatmak beyhude çabaya dönüştü. Öyle ki bağımsız ve yansız yargı feryadı bile duyulmaz oldu. Hukuk devleti niteliğinin esamisi kalmadığından olsa gerek ihsas-ı rey eleştirisi de yöneltilmiyor yargı mensuplarına. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı Yüksek Hâkim Ömer Uğur Gençcan ise sosyal medya fenomeni olma yolunda aşama kaydederken paylaşımları, Yargıtay içtihadı gibi algılanıyor, kimi hâkimler ve bürokratlarca. Örneğin bir avukat arkadaşımın karşılaştığı durum, sosyal medya paylaşımlarına biçilen rolü ve sözlerin uygulamaya yansımasındaki önemi anlatmak için yeterli: “İcra müdürlüğünde aile hukuku ile ilgili bir işlem yapacaktım. Müdür bir karar verdi. Bir hafta sonra gittiğimde ise 'Ömer Uğur Gençcan dün Facebook hesabında aksi yönde görüş paylaştı. Yapamayız' dedi. Facebook paylaşımında yer verdiği görüşlerine göre hareket edecekmiş.” Sözün özü artık ‘hâkimler kararlarıyla konuşur’ ilkesi yerini ‘sesi yüksek çıkan hâkimin sözü kanun metninden önemli’ algısına bırakmış görünüyor. Adalet Bakanlığı, Hâkimler ve Savcılar Kurulu ise bu konuda sessizliğe gömülmüş halde. Gençcan, hukuk kariyerini ileri sürerek “ben hâkimim, adaletle konuşurum” dediği için kişisel görüşleri kanun sayılıyor olmalı. Hukuk, yorum ilmi değilmiş gibi. Dairesine gelecek muhtemel bir nafaka dosyası hakkında vereceği karar, peşinen tüm kamuoyunca bilinen bir yüksek hâkimin istifa etmeyişi, sıradan bir hukuk devletinde kriz yaratacak, kâbus senaryosu olurdu sanırım. Bizde ise hukuk krizlerinin bini bir para… Şerbetliyiz.
İlkesizlik had safhaya çıktığı için usule ilişkin konuşacak mecal yok ülkede. Dolayısıyla doğrudan her birimiz içeriğe bakıyor, içerik eleştirisine dalmak zorunda kalıyoruz. Yoksulluk nafakası hakkındaki görüşlerimi defalarca yazdığım için tekrarlamayacağım bu yazıda. Hukukî içerik itirazını barolardan, Türkiye Barolar Birliği'nden dört gözle beklediğimi belirtmekle yetineceğim. Üstelik nafaka karşıtı görüşlerin arka planını, zihniyeti, ideolojiyi ifşa eden okunası bir yazı, Duvar okurları için dün Genel Yayın Yönetmenimiz Ali Duran Topuz’un kaleminden yayınlanmıştı. Bu nedenle aynı konuda başka bir meseleye değinmek istiyorum. Giderek “çift hukukluluk” görünümü vermeye başlayan fetvalar konusu önemli. Zira İslamî ilimlerin bir dalı olan fıkıh bilindiği gibi İslam hukukunun içtihat makamı niteliğinde. Şeriat denilen İslam hukuku külliyatındaki içtihat makamı, bizim bugünkü devlet düzenimizde yer almıyor. Ancak bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve buna bağlı Din işleri Yüksek Kurulu var ve fetva mekanizmasını işletiyorlar. Bu nedenle de kişilerin sorularına özel cevap niteliğindeki “fetva” uygulaması, sistematik takip ve hukukî, ilmî denetimden azade, deyim yerindeyse devlet ya da iktidar partisi ideolojisinin emrinde.
Devlet yapılanması içinde hayli önemli yere sahip Diyanet İsleri Başkanlığı. Bir din kurumu değil. Bir kamu kurumu ve üstelik bütçesi Milli Savunma bütçesinin arkasında ikinci sırada yer alan çok güçlü bir kamu kurumu. Bu çok güçlü ve çok etkin kamu kurumu, ülkedeki dindarların bir kısmına yönelik faaliyet yürütür nitelikte görünüyor. Görüntü böyle. Sadece Hanefi-Sünnî dindarları öncelerken arada Şafiî-Sünnilere de göz kırptığını hakkaniyet adına ifade etmek gerek. Alevilik, Caferilik ve diğer dinlerse yok sayılarak bastırılmak isteniyor bu usulde. ‘Dindarlara hizmet eder nitelikte görünüyor, görüntü böyle ve din kurumu değil’ derken maksadım toplumun din algısını, devlet adına kontrol ve yönlendirme yetkisini hatırlatmak. Dindara ve dine değil devlet ideolojisine hizmeti, “iktidarların sözünü dinin sesiyle yansıtma” işleviyle gerçekleşiyor. İslam’dan bir ulusal din çıkarma, bir devlet dini yaratma projesi diyebiliriz Diyanet için. Kuruluşundan bu güne değişmeyen bir nitelik olduğu da söylenmeli. Sadece geçmişte daha laik devlet görünümüne uyar biçimdeydi. Günümüzde ise yerli ve milli din yaratma misyonuyla, laik hukuk devleti niteliğinin her alanda silikleşmesine hizmet ettiği görülüyor. Ve misyonundaki bu ivme, bütçesinin YÖK, Milli Eğitim, Sağlık bütçelerini sollayarak ikinci sıraya yükseliş hızıyla doğru orantılı gerçekleşiyor. İşte bu kesinlikle dinî olmayan din kurumu bünyesindeki Din İşleri Yüksek Kurulu için Diyanet birimleri arasında en önemlisi diyebiliriz. Zira Diyanet İşleri Başkanlarının, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri arasından seçilmesi, teamüllerden.
Konuyu bunca uzattıktan sonra bu kurulun fetva makamı niteliği taşıdığını hatırlatarak yoksulluk nafakasıyla ilişkisine gelebilirim. Diyanet TV adlı televizyon kanalının fetva konulu programıyla, 14 Şubat tarihinde yoksulluk nafakasına ilişkin bir fetva yer aldı. Aslına bakarsak fetvaların, günümüz hukuku açısından önemi, etki gücü olmadığı gibi dinen de yaptırım gücü yoktur. Fetvalar sadece bir yorumdur, başka bir fıkıh ehli aynı soruya cevap olarak başka bir yorum yapabilir ve kişi bu yorumlardan istediğini seçebilir veya hiçbirini dikkate almayabilir. Dinen fetvanın durumu tıpkı Yargıtay üyesinin Facebook paylaşımının hukuktaki yeri kadar, daha başka ve daha fazla değil. Ancak laik hukuk sistemi uygulayıcılarının, yargıcın sosyal medya mesajlarından etkilenerek iş görmesi gibi dindar insanlar ve dindarlık iddiasındaki iktidarın gözüne girmek isteyen uygulayıcılar bu fetvalardan etkilenebilir, etkileniyor da. Medya marifetiyle baskı gücü kazanan bu fetvaların, kamu düzeni açısından anlam ifade etmediğini söyleyebilecek siyaset ehli, yargıç ve bürokrat zor bulunur zira. Malum fetva mekanizması, yöneltilen bireysel soru ile işler ve el-cevap denilerek hüküm değil yorum belirtilir. Hukuk sisteminde ve yargı mekanizmasında sistematik konumu olmadığı için bağlayıcılığı yok bu yorumların. Tarihsel süreçte de kişilere ve somut soruya yönelik içtihat niteliği taşıyan fetvalar bağlayıcı değildi. Yöneticiler meşrebine, maksadına uyan fetvayı meşruiyet aracı olarak kullanırdı ama.
14 Şubat günü, ilgilenenler için bağlantısı aşağıda sunulan programa gelen soru yoksulluk nafakasının helal olup olmadığıyla ilgili. Sunucunun Erhan beye ait olduğunu söylediği soru şöyle: Nafakanın çok uzun süreler ödenmesi caiz mi alan kişi için bir sorumluluk gerektirir mi? Eril tahakkümün kadına, kendisini eksik, kusurlu hissettirme taktiği formatına sokulmuş bu soruya gelen cevap hayli önemli. Hem usul hem içerik yönünden sorunlarla yüklü cevap özetle: “Nafaka iddetle sınırlıdır. Ortalama üç ay kadar bir süre nafaka verilmesi dinin emridir. Yıllar boyu nafaka helal değil haramdır.” Hoca, iddet sonrasında nafaka verilmesini yasaklayan hiçbir hüküm olmadığı halde nasıl bu kadar kolay haram diyebiliyor? Haram yasaklarla ilişkili ama burada bir yasak yok. Bakım yükümlülüğünün en alt seviyesini ifade eden, temel şart olarak zorunluluk getiren iddet müddeti bakım görevini, azami şart gibi yorumlayan bir fetva, Diyanet adına televizyondan yayınlanabiliyor. Usulen bu konu medeni kanunla düzenlenmiş bir meseledir demesi gereken devlet memuru, İslam'ın eril yorumlarının en koyusunu kamu adına dile getiriyor. Aksine bir hüküm bulunmadığı halde haram icadı da dinin içinden bir usul hatası.
Buradaki çarpıklık sadece bana görünmüyor şüphesiz. Ancak Diyanet'i ve işlevini, işleyişini sıkça eleştiren dindar aydınlar bile konu kadın olduğunda sessizleşirler malum. Erken evlilikler gibi nafaka için de seslerini yükseltmezler. Hoş dindarı, seküleri, okumuşu, cahili fark etmeden aynı kodlarla konuşuyor her zaman ataerki. Nitekim hoca da hâkim gibi kadının yaşantısını fetvasına dahil ediverdi. “Ancak kanunların boşluklarından yararlanarak resmi nikah kıymadan, gayri resmi (Allah için nezaket gösterip gayrı meşru demiyor), imam nikahlı yeni eşiyle birlikte bu parayı yiyor.” Suçlama, kesin ve genel. Nafaka almak durumundaki kadınları, toptancı bakışla suçlayan, nafaka karşıtlarının ısmarladığı tarzda bir fetvaya gerekli kodlar, yükleniverdi. Gerçi iştirak nafakası karşıtlığına prim vermeyişi de kayda değer: “Çocuğa bakmakla yükümlü, çocuğa verilen nafakanın bir kısmını kadın yiyebilir ama ömür boyu kendisine maaş bağlatması helal değildir.” Ömür boyu, maaş, nikahsız yaşam gibi nafaka karşıtlığının anahtar kelimelerini serpiştirdiği fetvasında hoca efendi aksine hüküm bulunmadığı halde dinde yeni bir haram icat etmekten çekinmediği gibi alanı dışında kalan Medeni Kanun M. 175-176 içinde boşluk olduğundan da çok emin. Seküler hukuk ve İslamî fıkıh erbabı, tesadüf bu ya hem de aynı günlerde, iki farklı hukuk sistemi adına aynı konuda aynı yorumu beyan ediverdiler. Aklın yolu mu bir yoksa dört koldan aynı hüküm mü topluma empoze ediliyor? Medya, yargı, siyaset, diyanet mi yoksa asıl dörtlü çete?
Çift hukukluluk tehlikesi yaratan bir durumla karşı karşıyayız. Geçmişte daha çok özel hayat alanı ve ibadetler için fetvalar verilir ya da kamuoyuna böyle yansıtılırdı. Şimdi dinin muamelat hükümleri çerçevesinde kalan konular için de geçmiş fıkıh yorumlarının aynıyla tekrarlandığını görüyoruz. Kamu düzenine, toplumsal yaşama dair fetvalar kamuya açık biçimde yayınlanıyor. Sadece doğrudan o soruyu soran kişiye verilmesi gereken cevap halkla paylaşılarak, o fetvaya hukuk içtihadı niteliği kazandırılmak isteniyor. Son yıllarda şiddet ve çocuğun cinsel istismarı, ensest gibi konularda da böyle skandal fetvalara imza atmıştı Diyanet. Boşanma usulleri arasına, erkeklere kolaylık niyetine “SMS yoluyla boşama” çirkinliği de fetvayla eklenmişti. İşte tüm bunlar ve sayamadığım nice örnek alt alta toplandığında aile hukuku bahsinde çift hukukluluk dönemi tehlikesini işaret eder nitelikte. Hele bir de iktidar adına “yerel seçimlerden sonra bütüncül yaklaşımla aile hukukunun yeniden ele alınacağı” mesajlarının verildiğini düşününce… Diyanet, Din İşleri Yüksek Kurulu, fetva mekanizması, Katolik Kilisesi gibi katı ve tek yetkili bir ruhban sınıfını İslam’a sokuşturmaya kalkışırken dindara da sekülere de korkulu düşten başka seçenek yok. Bu iki kurum ve fetva mekanizmasına dönük reformasyon çabası hem din adına hem laik devlet adına tek çare. Çünkü ilkesizlik sadece modern devlet düzenini değil aynı zamanda inancın temellerini de çürütmekte.
Berrin Sönmez Kimdir?
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.
Sözü barıştan yana kurmak 18 Ekim 2024
İpotekli vekil iradesi ve cinskırım politikası 11 Ekim 2024
Ülkü Ocakları MHP’nin Demir Kubbesi mi? 04 Ekim 2024
Soyadı eşitliği yerine yeni ayrımcılık katmanı getiremezsiniz 27 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI