Rakam değil insan olmak
Memleketin yarısı, sabah günaydın dediği komşularının vatan haini olabileceğine, aynı mecliste görev yapanlar rakip parti milletvekillerinin halkın temsilcisi olmadığına inanıyor olabilir mi? Tacize, tecavüze, adaletsizliğe, ölçüsüzlüğe bulunan “hafif” bahaneleri kabul etmenin bir “ağırlığı” yok mudur?
Analizler, yorumlar, okumalar, uyarlamalar, tartışmalar. Memlekette ve dünyada olup bitenler üzerine -belki anlaşılır, belki biraz anlatılabilir diye- sesli-sessiz düşünülüyor. Konuşulanların, yazılanların bazılarına “işte bu”, “bazılarına olur mu öyle şey?” deniyor. Okunanlardan, öğrenilenlerden, hatırlananlardan, görülen-izlenenlerden, daha önce olmuşlardan, olacaklara dair söylenmişlerden, bütün duyulan-dinlenenlerden toplananlarla yaşananlar anlamlandırılmaya çalışılıyor. Yüzlerce yıldır birikmiş külliyatın, onlarca çözümleme modelinin-yönteminin izinden yürüyerek bugün için benzerlikler, süreklilikler bulunmaya gayret ediliyor. Eli kalem tutanlar, söylediğini duyurabilecek mecra bulabilenler, sorular sormaya, cevaplar aramaya, bulduklarını paylaşmaya uğraşıyor.
Ne işe yarıyor, kimde nasıl karşılık yaratıyor bilinmez ama bir işe yarasın diye yazılıyor, çiziliyor. Sadece tatmin olmak için konuşan ve dinleyenleri hariç tutsak bile, yazıp çizenlerde de, okuyup dinleyenlerde de hiç bitmeyen bir tatminsizlik, hep bir eksik kalmışlık hissi enseden ayrılmıyor, yakadan düşmüyor. Defalarca sınanmış bir tespitin yaşanan duruma tıpa tıp uyduğu keşfedildiğinde de, en ikna edici açıklamayı destekleyen veriler açık seçik ortada olduğunda da, en tumturaklı cümle kurulup nokta konduğunda da hep kalan bir son soru: “’İyi ama neden?” İşin içine hatta merkezine insan girdiğinde kaçınılmaz olan, çünkü diye başlayan cümlenin devamına ne yazılsa yetmeyen, ikna etmeyen, aynı temel çatışma üzerine milyonlarca yeni hikaye kurulmasını mümkün kılan kadim soru.
Herkesin vardır bir kör noktası. Bilgiyle, eğitimle çok alakası olmayan bir duraklık hali. “Her şeyi anlıyorum da şu uçak işini kafam almıyor, tonlarca demir nasıl uçar ya”; “Yok onu anlıyorum da, şu radyo işine hiç aklım ermez benim” türünden sözleri hiç ummadığınız insanlardan duyabilirsiniz. Gündelik sohbetlere sıkışan bu küçük itiraflar çoğunlukla pozitif bilim alanından gelir ama insan bilimlerinde de “anlamadım gitti” faslından bolca malzeme çıkar. Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, kültür ve ekonomide, “neden böyle oluyor?” sorularına verilmiş binlerce cevap var. Ancak bütün bunlar çok iyi bilinse, hatta tartışmasız kabul görse de tam karşılanamayan on binlerce soru ortada kalıyor. Ömrünü anlamaya vermiş olanlar için baki kalan sorular, tatmin olmayacak meraklar devam ediyor.
Felsefe de, en saf “çocuk” sorularının üzerine kurulmaz mı zaten? “Tanrı varsa kötülük neden var…” “Bu elma benim kafama niye düştü?” ile “benim burada işim ne?” arasında belki pek bir mesafe yok, belki de sonsuzluk kadar uzak aslında. Bütün literatürü yemiş yutmuş, birisi sorduğunda en ikna edici biçimde bütün neden-sonuç ilişkisini anlatabilecek yetkinlikteki uzmanlar bile sohbet biraz gayri resmi alana çıktığında içine girdikleri açmazları dökülüverirler. Pirinç tarlalarında barış içinde sürüler halinde yaşayan siyam balıklarının, akvaryumda yanına konan ilk kardeşini parçalamasının anlaşılmazlığı gibi, sıradan insanların ekonomik-siyasi bir varlık olduklarında nasıl kolayca kötülüğün (aymazlığın) parçası haline gelebildikleri, kabullenilmesi cevabı kadar kolay olmayan bir durum.
Kapitalizmin hakim sınıf çıkarlarına göre şekillenmiş siyasi örgütlenmesinin farkında olmak; neoliberalizmin borca bindirilmiş birikim modelinin yarattığı yığınsal ürkekliği görmek; sağ popülizmin sınıf kimliklerini, ekonomik rasyonaliteyi kıran söylem oyunlarını bilmek; yıllardır toplumsal ve siyasal alanı yapısal bir bozulmayla biçimlendirmiş sistemi anlamak pek çok şeyi açıklıyor. “Neden böyle oluyor?” sorularının çoğu için çok doyurucu karşılıklar veriyor. Ama soyut kimlik kalabalıkları veya yüzdeler için bu ikna edicilik, tek tek insanlar olarak düşünüldüğünde tekrar edemiyor. 3-5 lira daha ucuza sebze almak için saatlerce kuyrukta bekleyen -veya izleyen- bir insanın, buna “bolluk kuyruğu” denmesini alkışlayabilmesini anlamak, onu ait olduğu veya ait olduğunu düşündüğü kimlik tanımından çıkartınca hayli zorlaşıyor.
Otoritenin, baskının nasıl kurulduğu, nasıl işlediği, nasıl destek bulduğu, nasıl etkinleştiği üzerine de bir şey bilmiyor değiliz. En vahşi saldırganlıkların, en düşmanca haksızlıkların nasıl kolayca yapıldığı, bunlara nasıl destek tedarik edildiğiyle ilgili verilmiş çok güçlü cevaplar var. Dünyanın da, memleketin de yakından bildiği deneyimler mevcut. Ama yine aynı açmaz burada da devreye giriyor: Bunların nasıl olup bittiğine dair en ikna edici gerekçeleri, süreçleri bilmek, yaşananı kabullenmeye, esas soruyu doyurmaya yetmiyor. Huzursuzluk kaynağı olan soru dönüp durmaya devam ediyor: İyi de bunları yapanlar önüne, arkasına yazılmış bütün tanımların, sıfatların, isimlendirmenin ötesinde bildiğimiz insanlar. Ve öyle çıplak kaldıkları hiçbir anları olmuyor mu?
Yugoslavya parçalandığında, yıllardır yan yana yaşamış insanların bir sabah kalkıp komşularının boğazını kesmeye başlaması üzerine çok konuşulmuştu. Yan yana veya aynı alanda durmanın birlikte yaşamak olmayabileceği; bekletilen düşmanlıkların, hınç ve kinin nasıl dayanıklı olabileceği, potansiyel gerilimlerin siyasallaştırılınca nasıl kıyıcı olabileceği üzerine çok tartışıldı. Bugün de, kutuplaştırma ve kimlik siyaseti üzerinden teması, diyaloğu, empatiyi imkansızlaştıran katılaşmış bloklar haline gelindiğinden bahsediliyor. Toplumsal alandaki gerilim imkanları aşırı sivriltilerek siyasi alana taşınıyor. Gerçek hayatta karşılığı olmayan sertlikte bir siyasi dil kuruluyor. Fakat, söylenenler kadar, söylenmeyenler; dahil olunanlar kadar, itiraz edilmeyenler de önemli.
Sayısı milyonları bulan iktidar seçmeninin hangi saiklerle bu sürecin parçası olduğu, parçası haline getirildiğini bilmek, onları tek tek insanlar olarak düşününce ortaya çıkan şaşırtıcılığı kaldırmıyor. Otuz beş senedir gazetecilik vesilesiyle temas ettiğim, tanıdığım iktidar çevresindeki siyasetçi ve gazeteciler için de öyle. Çok değil üç-beş sene önce aynı camide namaz kıldığı insanın, geçen ay pazarda pazarlık ettiği manavın hain, düşman ilan edilmesine bu kadar kolay katılan, sessiz kalanların durumu “kültürel uzaklık” ile ne kadar açıklanabilir? Memleketin yarısı, sabah günaydın dediği komşularının vatan haini olabileceğine, aynı mecliste görev yapanlar rakip parti milletvekillerinin halkın temsilcisi olmadığına inanıyor olabilir mi? Tacize, tecavüze, adaletsizliğe, ölçüsüzlüğe bulunan “hafif” bahaneleri kabul etmenin bir “ağırlığı” yok mudur?
Bir süredir iktidar seçmeninde mahcubiyet duygusunun arttığı söyleniyor. Doğrudan siyasi pozisyon içermeyen anket sorularında ve bazı sokak röportajlarının alt metinlerinde bunun işaretleri görülüyor. Kulislerde ve kayıt dışı görüşmelerde, iktidar çevrelerinden pek çok kişinin artık daha fazla yapılan yanlışlardan bahsettiği söylentileri dolaşıyor. Artık ciddiye alınması biraz zorlaşsa da alternatif arayışların bunlardan cesaret aldığı anlatılıyor. Ancak, kimse tavrını değiştirmeden, bunu açıklamadan, itiraz etmeye başlamadan “utanmaya” ne kadar devam edilebileceğini söylemiyor. Tıpkı ırkçılık yapmamak değil, ırkçılığa karşı olmak; adaletsizlik yapmamak değil, adaletsizliğe karşı olmak gerektiği gibi, birilerinin inandığınızı iddia ettiği yalanlara itiraz etmemek de sizi yalancı yapar.