Çay cennetinden kaçış!
Yaklaşık 10 dakika süren Ortadoğu'da Akademik Mirası Koruma Projesi tanıtım filmi, Suriyeli akademisyen ve öğrencilerin ülkelerinde yaşadıklarına, geride bıraktıklarına dair hikâyeleriyle başlıyor. Ülkesinden ayrılıp başka bir yere gitmek zorunda kalmanın onlar için ne anlama geldiğini, benzer sözlerle aktarıyorlar: “Meslektaşlarımı, öğrencilerimi, ailemi, sevdiklerimi geride bırakmak zorunda kaldım… Suriye’den ayrılmak demek, bütün hayatımı geride bırakmak demekti.” Video, savaş başladığı günden itibaren yürürlüğe konulması gereken, geç kalmış bir projenin tanıtımı gibi görünse de, aslında bir propaganda filmi.
İngilizlerin çay tutkusunu boşverin. Sallama poşetleri batırdıkları sıcak suyun içine bir de süt koyup güzelim çayı heba ediyorlar. Hem her şeyi saraya bağlama hevesleri yok mu? Neymiş efendim, zamanında Kraliçe Viktoria’nın kan şekeri düşükmüş, sarayda günde iki öğün yemek yendiği için öğünler arasındaki süre çok uzun oluyormuş; kraliçe baygınlık geçirmesin, arada bir şeyler atıştırsın diye beş çayı geleneğini başlatmışlarmış… Bizde öyle mi? Mevzu bahis beyaz çay değilse, çay tam halk işi. Gerçi Çaykur kilosu 4 bin lira olan beyaz çayı da 20 gramlık kavanozlarda 80 liraya satmaya başlamış, ama biz bildiğin “keyif çayı”ndan söz edelim. Sayın Cumhurbaşkanı müjdesini iki hafta öncesinden vermişti. “Size keyif çayı dağıtacağım” demişti. Sonra “kadın kollarına 250’şer gramlık çay poşetleri dağıtacağız. Teşkilatlarımız bunları size teslim edecek” diye açıklamıştı. Anlaşılan seçim arifesinde teşkilatların bunu beceremeyeceğini düşünmüş olmalı ki, pek çok konuda olduğu gibi bu işi de bizzat ele almaya karar verdi. Düşünün bir kere, dünyanın kaç ülkesinde cumhurbaşkanı seçim otobüsünün üzerinden vatandaşlara iki yüz gramlık çay paketi dağıtıyor olabilir ki? İşte Manisa seyahatinde bu işe bir el atarak elbette çevre dostu bez poşetlerin içinde çayları dağıtmaya başladı. Soruyorum: Bu teşkilat, pardon lider, kültürel iktidar olabilmek için size daha ne yapsın? Teşkilat deyince, onlara da bir çekidüzen vermek için olsa gerek, çay müjdesini verdiği günlerde “bir gece ansızın arayabilirim” diyerek sandık başkanlarını da “hazırlıklı olun” diyerek uyarmaktan geri kalmamıştı.
Yazıya çay mevzusuyla başlama sebebim ise bambaşka. İzlediğim bir tanıtım videosunda, Türkiye’ye sığınmış Suriyeli akademisyen ve öğrenciler “Biz Suriyeliler Türkiye’de kendimizi mülteci gibi hissetmiyoruz. … Burada kendi vatanımızda gibiyiz. Yemekler bile aynı. … Kendimi gurbette gibi hissetmiyorum. Kendimi çay cennetindeymişim gibi hissediyorum.” diyordu. Yaklaşık 10 dakika süren video, Suriyeli akademisyen ve öğrencilerin ülkelerinde yaşadıklarına, geride bıraktıklarına dair hikâyeleriyle başlıyor. Ülkesinden ayrılıp başka bir yere gitmek zorunda kalmanın onlar için ne anlama geldiğini, benzer sözlerle aktarıyorlar: “Meslektaşlarımı, öğrencilerimi, ailemi, sevdiklerimi geride bırakmak zorunda kaldım… Suriye’den ayrılmak demek, bütün hayatımı geride bırakmak demekti.” Video, savaş başladığı günden itibaren yürürlüğe konulması gereken, geç kalmış bir projenin tanıtımı gibi görünse de, aslında bir propaganda filmi. Şu bağlantıdan izleyebilirsiniz. Elbette Türkiye akademisinin, yanı başındaki ülke akademisyenleri savaşla karşı karşıya kalıp işlerini yapamaz hale geldiğinde, onlara aciliyetle kucak açması gerekirdi. Ne var ki, gerçekler bu propaganda videosunun ortaya koyduğundan epeyce farklı. Mesele basitçe yemeklerimiz aynı, çayımız aynı söylemi ile çözülebilecek gibi değil. 2017 yılında Murat Erdoğan tarafından yürütülen bir araştırma¹, Türkiye’deki üniversitelerde o tarihte istihdam edilen akademisyen sayısının 13 profesör, 15 doçent ve 115 yardımcı doçentle sınırlı olduğunu; okutman, araştırma görevlisi vb. ile birlikte toplam sayının ancak 392’ye ulaştığını gösteriyor. Araştırmada 120’den fazla akademisyenle yüzyüze yapılan görüşmeler, akademisyenlerin Türkiye’ye müteşekkir olmakla birlikte çok da mutlu olmadıklarını, mühendislik gibi teknik konularda uzman olanların bile alanları olmadığı halde üniversitelerde daha çok Arapça dil eğitimi bölümlerinde ve hazırlık sınıflarında görevlendirildiklerini, kendi uzmanlıkları ile ilgili istihdam edilmedikleri için faydasız olduklarını düşündüklerini, çok düşük ücretlerle çalıştırıldıklarını, “insan onuruna yakışır, makul bir ücretle çalıştırılmak istediklerini” ve fırsat bulurlarsa Türkiye’den gitme eğiliminde olduklarını ortaya koyuyor.
“Ortadoğu’da Akademik Mirası Koruma” gibi büyük bir iddia taşıyan projenin tanıtım videosu ise tam tersine, Türkiye’nin bu akademisyenler ve öğrenciler için nasıl da bir cennet ülke olduğunu anlatıyor. Sevgili okur, bazılarınızın “Suriyelileri üniversitelere dolduracaklar” diye söylendiğini duyar gibiyim. Lütfen mülteci düşmanı fikirlere kapılmadan önce derin bir nefes alın ve aşağıda yazacaklarıma göz gezdirin.
Aslına bakarsanız, projenin arkasındaki ekip bizzat vaadedilen bu “akademik cennet”in mimarları. Ne demek istediğime açıklık kazandırmak için ikinci bir videodan söz etmeliyim. Kendisine “Ortadoğu’da Akademik Mirası Koruma Projesi Destek Platformu” adını veren rektörlerin oynadığı bu videoda başı emekliliğe ve istifaya zorladıkları bir yana, toplamda 86 barış akademisyenini ihraç ederek üniversitesinde tam bir akademisyen kıyımına yol açan Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş çekiyor. Yine toplamda ondan fazla barış akademisyenini ihraç eden İstanbul Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, İzmir Yüksek Teknoloji Üniversitesi rektörleri de videoda rol alanlar arasında. Rektörler bir ağızdan, “Uluslararası toplum olarak önyargı, ötekileştirme ve ayrımcılığın olmadığı, daha yaşanabilir bir dünya için barışa, dostluğa, karşılıklı anlayış ve kardeşliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanları yaşıyoruz” buyuruyorlar. Bizzat barış isteyen akademisyenleri işsiz, öğrencisiz, yürüttükleri araştırmaları, tezleri sahipsiz, yarım bırakan rektörlerden söz ediyoruz. Bütün bunlara seyirci kalan diğerleri de var videonun oyuncuları arasında. OHAL KHK’larıyla ihraç edilenlerin yanı sıra sözleşmesi yenilenmeyen, işten çıkarılan, emekliliğe zorlanan yüzlerce barış akademisyeni ve haksız yere işinden edilmiş başkaları, hayatı, özgürlükleri, akademik çalışmaları tehdit altında olan akademisyenleri destekleyen “Scholars at Risk” (risk altındaki akademisyenler) ya da kendi ülkelerinde barış, demokrasi, insan hakları ile ilgili çalışmaları nedeniyle tehdit altında olan akademisyenleri destekleyen “Academy in Exile” (Sürgündeki Akademi), “Scholar Rescue Fund” (Akademisyen Kurtarma Fonu) gibi platformlara başvurarak yurt dışındaki üniversitelerde geçici işler bulmaya çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda sözünü ettiğim ilk videoda tanıklıklarına yer verilen Suriyeli akademisyenler gibi, ülkelerini, ailelerini, öğrencileri terk ederek gitmek zorunda kalıyorlar. Üstelik kendine yurt dışında bir iş bulmaya çalışanlar sadece işini kaybedenlerle de sınırlı değil. Başvurular o kadar çok ki, “Scholars at risk” Türkiye’den başvuracak akademisyenler için özel bir sayfa açmış. Kaderin bir cilvesi mi demeliyiz, bilemedim ama tehdit altında ve yerinden edilmiş akademisyenler için kurulan Scholar Rescue Fund’a üye olan, yani bu akademisyenlere ev sahipliği yapmayı kabul eden üniversiteler arasında Türkiye’den ihraççı Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi de bulunuyor. İşte Türkiyeli akademisyenleri yerlerinden eden, göçmen ve mülteci konumuna düşmelerine sebep olan bu üniversitelerin rektörleri, videoda “bugün yerlerinden edilmiş birçok ülkeden yüzlerce bilim insanı ve araştırmacı Türk üniversitelerinde çalışıyor, bilimsel çalışmalar kaldığı yerden devam ediyor” buyurmuşlar. Şimdilik pasaportum olmadığı için bu fonlardan birinden aldığım bursu kullanarak “çay cenneti”nden gidemediğime göre, en iyisi biraz Ahmet Kaya dinleyeyim. İyi gelir: “Bu ne yaman çelişki anne… bu ne yaman çelişki anne… kurtlar sofrasına düştüm…”
1) Elite-Dialogue: Türkiye’deki Suriyeli Akademisyen ve Üniversite Öğrencilerinin Durumu, Sorunları ve Beklentileri Araştırması.
Ülkü Doğanay Kimdir?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.
İktidarın siyaset korkusu, deprem ve sivil toplum 02 Mart 2023
Seçimleri ertelemek: Asrın felaketi mi asrın gaspı mı? 15 Şubat 2023
Muhalefet loading! 05 Ocak 2023
İmamoğlu, Kılıçdaroğlu, Akşener: Muhalefete her yol aynı kavşağa mı? 22 Aralık 2022 YAZARIN TÜM YAZILARI