YAZARLAR

Siz itaat etmeye devam edin, bize 'rahat' batıyor!

“Toplumsal cinsiyet” kavramı da, belgesi de, projesi de YÖK’ün Kafkaesk şatosuna artık sığdırılamaz olmuş. Sığsaydı şaşardık. Bu belgeye imkan veren birikim, iklim ve anlayış çoktan kapı dışarı edilmişken, son bir fiske ile YÖK örümcek ağı da belgeden kurtarılmış.

Madenli kadınların kocalarının gıyabında konuşurken “kendisi” diye söz etmeleri çok pratik ve kullanışlı bir hitap örneği sunuyor hepimize. Bu konuya önceki bir yazımda da değinmiştim. Şöyle ki, konuşurken yine neyse de bir medya ortamında yazarken insan nasıl söz edeceğini bilemiyor. Adıyla söz etseniz kimden söz ettiğiniz anlaşılmayacak. Gerçi bazıları yapıyor bunu. “Hayri dedi ki...” Sanırsın Hayri de dünya starı. Lafı geçince herkes kim olduğunu anlayacak. Bir de tabii kocalarından “Hayri Bey” diye söz eden kadınlar da var. Olsun, zarar yok. Böyle ayar-aşırı saygı ifadeleri kültürümüzde mevcuttur. Hiç elleşmeyelim.

“Eşim” sözünü mecburiyetten kullansak da orada da insanın içine sinmeyen bir şeyler var. Bir yapmacıklık mı, zorlama mı öyle bir şey... “Karı/koca” adlandırmasının da biraz sevimsiz olduğu kesin. Koca ne? Hukukçular istiyorsa kullansın. Nitekim “Koca” ifadesi de adı var kendi yok bir hukukun kallavi literatürüne bağdaş kurmaya son derece uygun.

Kimisi yüz yıldır evli olduğu insandan “Sevgilim” diye söz ediyor olsa da ben onu da biraz fazla darling buluyorum. Darlıyor beni. Kültürümüzle hiç mütenasip de değil. Üstelik YÖK Başkanı Yekta Saraç da kızıyor böyle namütenasip hallere... Bu nedenle “Sevgilim” seçeneğini de Ayşe Arman’a bırakıyorum, ferah feza kullansın. Hatta bence, “Sevgilim ne diyorsun sen Allah aşkına?” diye Yekta Saraç’a da öyle üstten bir dille bir seslensin. Yekta varlığı da kendine gelir belki...

İşte dün akşam “kendisinin” karşısına geçtim ve önceden hazırladığım şu paragrafı yüksek sesle okudum: “Müslüman aleminde, hızla değişen ve modernleşen bir dünyada erkeklerin, kadınların saygı duyulan eşleri olarak yetiştirilmesinin önemi çerçevesinde, her koca da karısının saygı duyulan eşi olmak için azami çaba göstermelidir.”

“Anlamadım” dedi. “Neyi anlamıyorsun? İslam Konferansı Örgütü Kadının İlerlemesi Teşkilat Tüzüğünde yazıyor bu. Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmak üzere TBMM’ye sunulmuş. Sadece orijinal metindeki kelimelerde mevzu etmeye değmez küçük bir yer değişikliği yaptım. Kadınlar ve erkekler sözcüklerinin yerini değiştirdim. Ha karı koca, ha kocakarı” diye cevapladım kendisini. “Eyvallah eyvallaaah, anladım şimdi” dedi. Beni ciddiye almama konusundaki haftalık kotasının bir kısmını kullanarak, kulaklığı kafasına geçirdi ve bilgisayarını da alarak söylene söylene arka odaya taşındı.

Sonra bunun üzerine ciddi ciddi düşündüm. Evet, erkekler kadınların saygı duyulan eşleri olarak yetiştirilmelidir. Nokta. Çevreme bakıyorum, pek az erkek öyle yetiştirilmiş. Eskilerden bir Halit Kıvanç var. Yani her şekil saygı duyarsın. Yenilerden de Timuçin Esen var demek isterdim ama bir aktöre şehla ve yarı-deli bakışları uğruna, bol keseden iltifat etmek de adil değil.

Yazımızın konusu şimdilik bu. Buradan ortamlara bir akalım bakalım. Hadi hayırlısı.

Medyascope.tv’de yayınlanan Işın Eliçin’in Femfikir programında, bu hafta, YÖK’ün toplumsal cinsiyet eşitliği projesinden vazgeçmesini konuştuk. Fakat hem bu vazgeçiş, hem de toplum cinsiyet eşitliği tutum belgesinin YÖK’ün örümcek ağından (web’inden) çıkarılması karşısında şaşırmaya, kızmaya yahut infiale kapılmaya filan içim ne kadar direnmişse artık, program boyunca “tutum belgesine,” “katılım belgesi” deyip durdum… Söylerken kulağıma bir tuhaf gelmiyor değildi ama öyle devam ediyordum.

Program sahibi Işın Eliçin de diğer konuklar da kibarlıklarından program esnasında hatamı düzeltip yörüngemi şaşırtmadılar, sağ olsunlar. Fakat içlerinden “Allah’ın Angaralısı, YÖK’ün yanı başından bağlanıyor ama toplumsal cinsiyet eşitliği tutum belgesine katılım belgesi diyor” mu dediler, artık ne dediler hiç bilmiyorum. Öyle emin emin ve ısrarla “katılım” belgesi dediğine göre, bir bildiği var herhalde demiş de olabilirler. Oysa Doğu Demirkol’un diline düşseydim, “Hayır ne katılımı, toplumsal cinsiyet eşitliğinin neresine belgeylen katılıyorsun? YÖK mü katılıyor. Katılıp kalıyor mu, ne oluyor? Şükürler olsun ki Doğu Demirkol Femfikir’in konuğu da izleyicisi de değildi…

Konumuza dönecek olursak, bugün işte söz konusu tutum belgesinin kabulünden dört yıl sonra birdenbire kavramsal bir belirsizlikten ve etrafında toplumsal bir uzlaşma oluşmadığından bahisle, “toplumsal cinsiyet” kavramı da, belgesi de, projesi de YÖK’ün Kafkaesk şatosuna sığdırılamaz olmuş. Sığsaydı şaşardık. Bu belgeye imkan veren birikim, iklim ve anlayış çoktan kapı dışarı edilmişken, son bir fiske ile YÖK örümcek ağı da belgeden kurtarılmış.

Toplumsal cinsiyet eşitliği projesi ya da tutum belgesi sayesinde lgbti’lerle ilişkili çalışma konularına ve ilgili literatüre daha fazla alan açılması ve bunun neden olduğu toplumsal baskı filan da hiç bahane edilmesin. “Toplumsal cinsiyet” kavramının muğlaklığı ve üzerinde uzlaşma olmaması gibi anlaşılmaz gerekçeler de esas rahatsızlıkları kapatmak için malzemesi yapılmasın. Femfikir’de de açık açık söylediğim gibi, düpedüz “eşitliktir” onları rahatsız eden. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelindeki ayrımcılıklarla mücadelenin, bu konudaki özgürlükçü yaklaşımların ya da bizzat LGBTİ’lerin varlığının yarattığı rahatsızlık açık olsa da bu kez mevzu bu değil.

Kısacası vurgunun “toplumsal cinsiyet” meselesine kaydırılmasına bakmayın. Bugün gündemimize getirilen şey kadın erkek eşitliği fikrinin yarattığı rahatsızlıktan kaynaklı. Vakti zamanında akademide ve kampüslerde tacizle ve şiddetle mücadele edilmesi gerektiğine biraz da politik konjonktür gereği ikna oldular. Fakat bu şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle ve cinsiyetçilikle göbekten bağlı olduğu hakikatini kabul etmeye hiçbir zaman yakın olmadılar. Erdoğan’ın, 2010 yılında sivil toplum örgütlerinden kadınlarla Dolmabahçe’de yaptığı toplantıda ve epeyce sonra 2014’te KADEM’in düzenlediği Kadın ve Adalet Zirvesinde, kadın ve erkeğin eşitliğine inanmadığını, bu eşitliğin fıtrata ters olduğunu ifade ettiği hatırlanacaktır. Bu ifadeyi farklı ağızlardan çeşitli vesilelerle mütemadiyen işitip durduk.

Şu an, şu dakika ben bu satırları yazarken cep telefonumun ekranında beliren haberde Binali Yıldırım’ın kadınlara bir kez daha “itaat et, rahat et” dediği belirtiliyor. Biliyorsunuz kendisi öyle rahat ediyor, bu konuda engin bir deneyimi gözlerimizin önünde günbegün biriktirdi… İtaat ediyor, rahat ediyor… Bilmediği şey şu ki bazı kadınlara itaatle gelen o “rahat” batar.

Son olarak Yekta Saraç “toplumsal cinsiyet” kavramının toplumun bütününü değil, akademik dünyayı ilgilendirdiğini belirtmiş. LGBTİ gibi açılımlarla da bir ilgilerinin olmadığını açıklamış. Amaç “akademi dünyamızda kadınlara yönelik taciz, istismar, şiddet gibi baskılara son vermek ve akademide kadın görünürlüğünü arttırmaktır” demiş. Anlayacağınız üzere sadede gelmiş zaten. Yani müthiş bir pragmatizmle, eşitlikten değil, “fırsat eşitliği”nden dem vurmuş. Her alanda eşitlik sağlanmadıkça fırsat eşitliği sağlanabilirmiş gibi...

YÖK’ün Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesini iptali ve bu konudaki tutum belgesini kaldırması da, MEB’in "Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi”ni (ETCEP) bitirdiğini üstü örtük kabulü de birkaç güne kalmaz unutulup gider zaten. Fakat tutum belgesinin de projelerin de bir şubat gecesi inen bir vahiyle kaldırılmadıklarını da görmek gerek. Kadın sorunları ve çalışmaları alanında yurtiçinde ve uluslararası alanda, akademi içinde ve dışında verilmiş muazzam bir mücadele sonucunda yaratılmış ulusal birikim ve kazanımlar, çeşitli bezdirilerle, alanın birçok yerde sen, ben, bizim oğlan anlayışındaki ekiplerce daraltılmasıyla zaten epeyce yara almıştı.

OHAL dönemi KHK’larıyla yaşanan üniversite tasfiyesiyle, ihraçlar ve erken emekliliğe ya da istifaya sürüklemelerle alana en ağır darbe de vurulmuş oldu. Özellikle barış akademisyenlerinin birçoğu doğrudan bu merkezler ve anabilim dallarında akademik çalışmalarını sürdüren ve ders yapan isimlerdi. Önemli bir kısmı da farklı bölüm ya da programlarda oldukları halde, meseleleri sorunsallaştırırken toplumsal cinsiyet eşitliğini temel ilke ve perspektif olarak sahiplenen akademisyenlerdi.

Gelinen noktayı konuşmaya buralardan başlanabilir ancak. Kazanımların yitirilmesi noktasında son perdenin bu projelerin ya da tutum belgesinin iptali olmayacağı bu kadar açıkken bu muhakkak yapılabilmeli diye düşünüyorum.

Erkekler kadınların saygı duyulan eşleri olmalıdır biçimindeki bir tersine çevirme, eğlencesi bir yana, biraz öğretici de olabilir. Ama tutum belgesinin iptali karşısında telaşa kapılarak akademide toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda çalışan merkezlerin ya da anabilim dallarının tasfiyesine sıra geleceğini söyleyen bir tersine çevirme pek öyle değil. O tasfiye başlayalı çok oldu. O tasfiye epeyce tamamlandığı için de bugün bunlar olabiliyor. Oralarda elbette mücadele eden –üstelik giderek zorlaşan koşullarda bunu yapan- az sayıda akademisyen hâlâ var. Fakat onların varlığı tasfiyenin çoktan başlamış olduğu savını geçersizleştiren bir durum değil. Onların devam edebilmesi için de tartışmanın buralardan başlaması şart.

Son olarak bunu kadınların “beka” sorunu olarak tanımlamak da bana kalırsa son derece hatalı. Mücadele tutum belgesiyle başlamadı. Birikim ondan ibaret değil. Dolayısıyla kadınların bekası buradan tanımlanamaz. Bundan da çok öte, milliyetçi, muhafazakar, eril bir terminolojinin her türlü hak hukuk ve irade gasbını kapatmak üzere her daim hazırda tuttuğu, medyaya ve meydanlara sürdüğü “beka” kavramına kadınların hiç ihtiyacı yok.

Kadınlar vardır, kadınlar her yerde… Bir 8 Mart’ı daha karşılarken ilk diyeceğimiz de son diyeceğimiz de budur.

Varız ve itaat etmiyoruz.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.