Ne mutlu ki bu işin sonu yok
Bütün o kişisel kütüphaneler, her gün büyüyen okunamamış kitap yığınları ve ha bire bundan söz edip durmamız… Okumak bazılarımız için bir saplantı, kitapların sunduğu sonsuz bilgi ve haz vaadine yönelik bir açlık. Ama hepimiz halimizden memnunuz, keşke bir de okuduğumuz her şey aklımızda kalabilse…
Okumanın Tarihi’ni yazan Alberto Manguel kitabını ‘ne mutlu ki bu işin bir sonu yok’ diye bitirir. Hakikaten hepimiz bunu kalpten biliriz, ne kadar çok okursak okuyalım, o sonsuz bilgi ve keyif evreninin ancak küçücük bir parçasını ısırabileceğimizi…
Yıllar önce, kitapların dünyasında paytak adımlarla ilerlerken Melih Cevdet Anday’ın Cumhuriyet’teki bir yazısında insanın hayatında ancak 3 bin kitap okuyabileceğini okumuş epeyce umutsuzluğa kapılmıştım. Bütün o klasikler, felsefi ve siyasi metinler ve her gün yenisi çıkan iddialı romanlar, öyküler karşısında insanın kendi yolunu çizmesi gerektiğini zamanla öğrendim. İster Manguel ya da Borges gibi okuma işinin evrensel ustaları olsun ister Enis Batur gibi memleketlimiz, herkesin kendine özgü bir okuma pratiği, seçtiği kitaplar ve o kitaplarla kurduğu özel bir ilişkisi var.
Çocukluğun asude anıları arasında kitapların da başa çıkılabilir bir dünya sunması var. Evdeki ve okuldaki kitaplıkta bulunan her şeyi en az bir kere okuyup bitirmiş olmak mümkün. Küçük halk kütüphanesi ile karşılaşmak ise her şeyi okumanın imkansızlığı fikriyle tanışma anı aslında. Ama çocukluğun hayal gücü, çizgi roman ciltlerinden tüm o klasiklere ve ansiklopedilere rafları dolduran her şeyi okuyabileceğinize inanmanızı sağlıyor. Sadece uzun ve sıkıcı bir yaz tatili bile bu yolda epey bir mesafe kat etmeyi mümkün kılıyor. İnsan büyüdükçe kitap dünyası da büyüyor ve o zaman okuduğunuz her satırın değeri daha da artıyor.
Bir arkadaşım kitaplardan söz açıldığında ‘ben junk food ile besleniyorum’ der, neredeyse sadece abur cubur okumayı sevdiğini, gofret ve pizzaya hayır diyemeyen bir çocuğun rahatlığıyla anlatırdı. Her çağın best-seller romanlarına, romantik chick-lit’lere meraklıydı ve en eğlenceli edebiyat eleştirilerini de en başarılı dizi senaryolarını da yazan o oldu.
Radikal Kitap’ta biz hafif yaz kitapları listeleri üstünde çalışırken ziyaretimize gelen önemli bir siyaset yorumcusu büyüğümüz, kendisine yolladığımız o kallavi kitapların hepsini yaz tatilinde okuyup yazacağını hevesle anlatmış, biz de arkasından gülmüştük. Oysa bal gibi biliyorduk ki herkesin yaz kitabı kendine göre. Tatilin kıymeti bize o şahane kitaplarımızla baş başa kalacak geniş zaman sunmasından ibaret.
Okumayı insan alışkanlık haline getirdikten sonra adeta bir kitap bağımlısı oluyor. Vaktiyle okuduğumuz onca kitabın şimdi elimizin altında olmamasına rağmen evlerimizdeki o kitap yığınlarının çoğunun okumadığımız kitaplardan oluşması, üstelik bu kütüphaneyi sık sık kucak dolusu yeni kitaplar ekleyerek büyütmemiz ve oluşturduğumuz yığının altında yavaş yavaş ezilmemiz mitolojik bir insanlık durumu gibi. Kitapların sakladığı sonsuz bilgiye ve hazza ulaşmak için duyulan gizemli bir tutku bu. Çağlar boyunca da hep böyle olmuş.
Kitap eki hazırlarken Türkiye’de çıkan bütün yeni kitapları okumaya çalışırdım. Hiç değilse her yayınevinin önemsediği kitapları, gündem olanları tür ayırmadan okuyup durmak gerçekten de bir tür okuma obezitesine yol açıyordu. Sonra yayıncılığa başladıktan sonra durum daha da umutsuz bir hal aldı. Çünkü bu kez yayımlanmış kitaplara yayımlanmamış ve belki de hiç yayımlanmayacak kitap dosyalarını okumak eklendi. O sayısız kitabın ne kadarı ‘bende’ kalıyor, hepsi geçici bir haz ya da sıkıntıdan ibaret mi? Bundan emin olmak mümkün değil.
Lisedeki okur yazar çetemizin lideri Tutkun hepimizden çok okurdu. Edebiyat öğretmeni babasının zengin kütüphanesinde bütün klasiklerin hakkından gelmişti. Ama kitapları unutmaktan dertliydi. ‘Siz’ derdi, ‘hiç değilse her okuduğunuzu hatırlıyorsunuz. Oysa ben hemen unutuyorum hikayeyi’. Çok geçmeden aynı şey benim de başıma gelecekti. Çünkü kitap yolu gittikçe hızlanarak indiğiniz, bir süre sonra adımlarınızı kontrol etmekte zorlanmaya başladığınız bir yokuş gibidir. Kendi hızınızdan başınız döner ama duramazsınız bir türlü. Okuduklarınızın çoğu keçi boynuzu misali ağzınızda bir tat bırakıp gider. Bugün okuduğum onca kitabın pek çoğunu istediğim gibi detaylı hatırlayamıyorum. İnsan bununla yüzleştiğinde iyice bir umutsuzluğa kapılıyor…
Neyse ki T24 ve K24’te okuduğum iki güzel yazı, yalnız olmadığımı hatırlattı. Behçet Çelik, ‘Unuttuğumuz kitaplar’ üstüne yazmış, ‘bizi biz yapan kitaplar’ın tam bir listesini yapmanın mümkün olmadığını söylüyor: “Birçok kitabı okuduktan az ya da çok sonra unuttuk gitti; aralarında okuduğumuzu, ya da konusunu, kahramanlarını, olay örgüsünü vs unutmuş olmamıza rağmen bizi derinden etkilemiş olanlar da bulunuyor olmalı.” Dolayısıyla kendimizden bahsederken unuttuğumuz kitaplara da bir ‘yer’ ayırmamız gerektiğini söylüyor Behçet Çelik. Çünkü, hatırladığımız kitaplar toplumun ya da çevremizin sıklıkla andığı kitaplar. Onlar hafızanın üstünde yerini korurken bizi belki onlardan daha fazla etkilemiş nice kitap, benliğimizin derinliklerinde yitip gidiyor.
Cemal Tunçdemir ise biraz su serpiyor içimize. Bir yandan dünya edebiyatının ustalarından, başka ülkelerdeki büyük okur-yazarların açık sözlü anlatılarından örnekler vererek, nasıl da unuttuğumuzu ve bunun nasıl da yaygın bir mesele, ya da işin aslı okuma işinin bir parçası olduğunu anlatıyor: “Geçen yıl okuduğunuz birkaç kitabı düşünün. Neler hatırlıyorsunuz? Veya bu kitaplarda okuduklarınızla ilgili ne kadar şey anlatabilirsiniz? Kişiden kişiye, ilgiden ilgiye değişebilir bunun yanıtı ama değişmeyen şey hep şu olacak; Bazı istisnalar olabilmekle birlikte, neredeyse hiçbirimiz, okuduğumuz kitaplardan, sandığımız kadar şey hatırlamıyoruz. Okuduklarımızın çoğunu unutuyoruz.” Tunçdemir’in yazısından öğreniyoruz ki bilim adamları okuduğumuz her şeyin aslında beynimizin derinliklerinde bir yerde depolandığına inanıyor. O bilgiler bir ağ dokuyor, her kitap bizi biraz daha değiştiriyor, ‘bizi biz yapan’ bütünün parçası oluyor.
Psikologların bu iç rahatlatıcı açıklamalarında biraz iyimserlik sezmiyor değilim. Ama galiba haklılar. Neticede hepimiz, obur ya da değil, nasıl okursa okusun, okuyanla okumayanın bir olmadığını biliyoruz.
Cemal Tunçdemir’in yazısı:
Behçet Çelik’in yazısı: