Anksiyetik toplum, anksiyetik erkek
Bir olay bastırmayı çağırıyor ve bunu süreklileştirmeyi vaat ediyorsa, oradaki söylemin amaçlarına, iddialarına, taleplerine ve ‘başarılarına’ damgasını basmış olan şey anksiyetedir. Bu türlü bir iktidar söylemi içerisinde kendisini otoritenin öznesi olarak sunan şey, gerçekte özgün otoriteden ve bu otoritenin görünürlüğünden taşan bir arzudur.
Anksiyete teriminin bir siyasal ve kültürel çözümleme aygıtı olarak devreye sokulmasıyla ilk karşılaşmam Homi Bhabha’nın Kültürün Yeri adlı kitabında olmuştu. Bhabha’nın en önemli makalelerinin bir derlemesi olarak hazırlanmış olan bu kitaptaki temel eğilimi, dünyayı basitçe ‘ben’ ve ‘diğerleri’ biçiminde bölümlemek biçiminde işleyen yapıların altını oymak için birtakım kavramlar ve kavram setleri üretmek yönündeydi. Frantz Fanon’un sömürgede siyasetin temel aksını ulus siyasetinden bir tür kimlik-narsisizm siyasetine kaydırmak yönünde bir girişiminin söz konusu olduğunu ileri sürecek kadar güçlü bir psikanaliz yorumuyla yapıyordu bunu. Melezlik, taklit, fark ve belirsizlik biçimindeki dört temel kavramsallaştırmayla sömürge yerlilerinin sömürgeci iktidara direnme biçimlerinin bir haritasını oluşturuyor ve sömürgeci iktidarın hiçbir zaman göründüğü ya da kendisini zannettiği kadar ‘tam’ olmadığını saptıyor; bu ‘tam’ olamayış nedeniyle de köklü bir ‘anksiyete’ içerisine savrulduğunu ileri sürüyordu. Baskı altına alınmışların bir karşı mücadele geliştirebilmelerini mümkün kılan da iktidarın bu anksiyetesiydi ona göre. Bu bağlamda anksiyete, en nihayetinde bir kimliğin salınımlı ve mütereddit olduğu, dolayısıyla kendisinden emin olamadığı bir koordinat kaymasıdır.
Yine Jean Copjec’in derlediği Supposing the Subject adlı kitapta da “Anxious Nations Nervous States” (Anksiyetik Uluslar Asabi Devletler) başlıklı bir yazısıyla yer alıyordu Bhabha. “Koşullar” diye başlıyordu bu yazısına, “kendi çağdaşlığımızı, geleneği türbülanslı bir gerçeklik haline getiren bir geçmiş tahayyülü ve dili içerisinde göz önüne almaya zorluyor.” 1994’te yayınlanan bu yazıda, üçüncü binyılın eşiğindeki siyasal gündemimizin on dokuzuncu yüzyıl sonlarının ve yirminci yüzyıl başlarının kültürel gündemleri tarafından istila edilmekte olduğu saptamasında bulunuyordu: Irk, ulus, din.
Bhabha melezlik, taklit, fark ve belirsizlik gibi kavramlar üzerine kurmuş olduğu kuramıyla, tam da bu kavramların direniş düşüncesinin haritasını nasıl oluşturdukları üzerine de eğiliyordu. Asla göründüğü kadar güvence altına alınamamış bir iktidara işaret ediyor bu kavramlar. Bu da şiddetli bir biçimde öne sürülen kültürel ayrımlar ile küreselleşmenin ilişki ağlarının paradoksal bir kombinasyonu tarafından damgalanmış bir dünya manzarası koyuyor önümüze. Sömürgeciliği artık geçmişte bırakılmış bir şey olarak görmeyen Bhabha, on dokuzuncu yüzyıl sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarının siyasal gündemlerinin yeniden dirilmiş (!) olmalarını da bu manzara çerçevesinde okumaya eğilim gösteriyordu. Böylelikle vardığı en temel sonuçlardan biri, sömürgeciliğin ürettiği tarihlerin ve kültürlerin şimdiki zamanımızın içerisine durmaksızın sızdıkları fikriydi. Elbette geri çağrılan Osmanlı imgesi de bu zemine yerleşiyor Türkiye’de; bu çağrıya bir karşı çağrıyla geliştirilen yanıt da (“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!”). Her ikisi de yirminci yüzyıl dönümündeki siyasal gündemler olarak çağımıza sızıyorlar. Her ikisi de anksiyetesini yatıştırma arayışında olan bir toplum(lar) durumuna işaret ediyor.
Bu tarz bir anksiyeteyi kaçamayacağım bir biçimde önüme koyan şey şu meşhur (!) “Size Türk’ün gücünü göstereceğiz” videosu olmuştu. Başarılıymış gibi görünmesine rağmen, bu söylem, alttan alta radikal bir anksiyeteyle damgalanmış durumdaydı. Evet, bir grup insan yere yatırılmış; elleri ters kelepçeli ve başlarında dolaşıyor biri; bütün kudretiyle dolaşıyor. Fakat bir yandan da Türk’ün gücünü gösterme arzusunu haykırıyor. Demek o güç, o durumda bile hâlâ gösterilebilmiş değil. Ucu açık ve kötücül bir vaadi vardı bu söylemin aynı zamanda: Bastırmanın sürekliliği. Bir olay bastırmayı çağırıyor ve bunu süreklileştirmeyi vaat ediyorsa, oradaki söylemin amaçlarına, iddialarına, taleplerine ve ‘başarılarına’ damgasını basmış olan şey anksiyetedir. Bu türlü bir iktidar söylemi içerisinde kendisini otoritenin öznesi olarak sunan şey, gerçekte özgün otoriteden ve bu otoritenin görünürlüğünden taşan bir arzudur.
Nasıl bir arzu? Eğer askerin sözlerine bel bağlarsak, açık ki Türk’ün gücünü göstermek istiyor. Fakat bu iddia açıkça bir farkın varlığına dayanıyor: Muhatapları ondan aşağı durumdadır. Fakat bizzat sözleri o gücün gösterilememiş olduğunu da ortaya koyuyor ve böylelikle de varsaydığı fark gerçekliğin kendisine bile sıra gelmeden bizzat kendi sözleri tarafından iptal ediliyor. Lacancı bir ifadeyle söylenirse, sözcüklerin varlığı ‘gösterene’ tabi hale geliyor ve sözcük kendisinden ayrılarak işaret etmeye niyetlendiği şeyden bambaşka bir şeye işaret etmeye başlıyor. Bunun bir başka örneğini ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 17 Şubat 2019’da yaptığı bir konuşmada bulmak mümkün. Şöyle diyordu Soylu: “Türkiye'nin her tarafında sizin gibi yüzlerce şehit ailesi, gazi, gazi yakını varken, bunların önemli bir çoğunluğu PKK eylemleri sırasında şehit düşmüş, gazi olmuşken, birilerine hâlâ PKK'nın kim olduğunu anlatmak inanın bana çok garip gelmektedir. HDP dediğiniz partinin PKK ile ilişkisi o kadar doğal ve sıkıdır ki; tartışmaya, anlatmaya gerek bile yoktur.” Bu ifadeler, mantıksal bakımdan şunu söylüyor: HDP’ye verilen her oy PKK’ye verilmiştir. Ortada 6-7 milyon civarı oy söz konusu olduğuna göre, Soylu da kabul etmek istemese bile PKK’nin bir halk hareketi olduğunu söylemiş oluyor. Ve evet, bu konuşmaya da damgasını vurmuş olan şey de anksiyetedir ve anksiyeteyi görünür kılan şey, tam da Soylu’nun kendi sözlerinden taşan bu öğede yatmaktadır. İşte söylemden taşan bu ‘fazla’dır belirli bir kimliği kuran, ona yanılsamalı ve salınımlı istikrarını veren öğe. Yanılsamasıyla her yüz yüze gelişinde, her tekinsizlik deneyiminde, sallantıya kapıldığı her seferinde bir bastırma tepkisi geliştirecektir. Bu bastırma tepkisine ilişkin muhteşem bir belirlemeyi, başka bir bağlamda, Jacqueline Rose yapıyor: “Erkeğin arzusu, nesnesi üzerinde parlar, kendini savunmasız bulur; sonra da yarattığı bu altüst oluş için kadını suçlar.” Arzunun tatminsizliği değildir burada söz konusu olan; savunmasızlığı ve bu savunmasızlığın yarattığı alt üst oluştur. Dolayısıyla burada söz konusu olan da yine bir “kendi varoluşunun geçerliliğinden emin olamama” halidir. Savunmasızlık, ‘kişilik’ zırhından yoksun kalmaktır. Bu zırh olmaksızın bir bakışa, bir ‘görme’ye maruz kalan özne saldırganlaşır. Çünkü ötekinin bu tekinsiz bakışı korkutucudur; ne gördüğünü tam olarak bilememe hali, erkek arzunun öznesinin hem kendi gözünde hem de ötekinin gözünde inşa etmeye çalıştığı kendilik-imgesinin onaya muhtaç olduğunu ortaya koyar. Ötekine bu muhtaçlığıyla yüz yüze gelen özne, kendi tamlığının kendinden menkul olmadığıyla da yüz yüze gelir ve tam bu noktada narsistik bir saldırganlık tarafından harekete geçirilir. ‘Kişiliğini’ yeniden ve üstelik başkasını da tanıklığa zorlayarak inşa etmelidir.
Bir toplumsal kimliğin anksiyetesiyle erkeğin anksiyetesi arasındaki bu yapısal özdeşlik kendi başına çok fazla şey söylemiyor mu?