YAZARLAR

Gözlerimizden kaçırılan şeyler

Hakikat de korunmasız Ezidi hayatlarla birlikte katledilir... Tarihin soytarıları, hakikati katletmek ve katlin izini silmek üzere, siyaset adamı, akademisyen, doktor, mühendis ve “uzman” olarak dün olduğu gibi bugün de iş başındadır...

İnsanlığın yakın tarihinde, arada bir aklı karışıyor diye yaşam hakkı gaddarca elinden alınmış olanlar var. Bunlardan biri de Dresden’de, kıyısında yaşadığı Elbe nehri gibi hayatla, neşeyle, hayalle ve aşkla çağıldayan gencecik bir kadın. Elisabeth. Küçük yeğeninin elinden tutup rüzgarda uçuşan saçları ve hafif kumaşlardan dikilmiş güzel elbiseleriyle Dresden sokaklarına adım attığında bütün başlar kendisine çevrilir ve bir ceylan gibi sekerek yürüyüşü ona rastlayanların kalbini çarptırırmış. Elisabeth’in ebeveynleri tarafından sadece bir kez bir psikoloğa götürülmüş olması trajik sonunun da başlangıcını oluşturmuş. 1930’lar. Almanya...

Bazı zamanlar kafası karışırmış Elisabeth’in. Piyanonun başına çırılçıplak geçtiğinde, kendi bedeninin gerçekliğini, tuşlardan yükselen melodinin gerçekliğiyle sarmalarmış. Çıplak bedenini kapı aralığından büyülenmişçesine seyretmekte olan minik yeğeninin gözlerini sırtında hissettiğinde, dönüp arkasına bakmaksızın, “Asla gözlerini kaçırma” dermiş ona. “Gerçek olan hiçbir şeyden asla gözlerini kaçırma. Gerçek güzeldir.”

Gerçeğe duyulan bu ölçüsüz bağlılık hezeyan anları yaratırmış. Piyano tuşlarından yükselen melodiyi, eşyalara ve hatta kendi kafasına sert bir cisimle vura vura yükselttiği seslerle sürdürerek tutku dolu ritimler yaratırmış Elisabeth. Ritimler... Kafası kanlar içinde, hayatın “gerçek” ritimlerini duymaya ve duyurmaya yeltenen bir orkestra şefi...

Gerçekle bu şekilde korunmasız biçimde gerçekleşen temasın ölümcül olduğu zamanlardır. Ailesi onu bir psikoloğa götürdüğünde, Nazizm’in yağlı ve pis urganı Elisabeth’in zarif boynuna dolanacak fırsatı da yakalayacaktır. Ne gençliği ve güzelliğiyle Alman ırkının aryan bir üyesi olması, ne kardeşlerinin Alman ordusunun emrinde görev yapması onu kurtarmaya yetecektir artık.

Aklı karışan bir genç kadın aklı karışan nesillere hayat vermesin diye, ailesinden ve Dresden’den çok uzaklara nakledilecektir. Ölüm nakli... Elisabeth kendisini uzaklara “nakletmek” üzere konsültasyon belgesine kırmızı kalemiyle artı işareti koyan doktora haykırışlar içinde yalvarır. “Senin de bir kızın var, senin de bir kızın var... Benim yerimde olabilirdi. Onun ablası olabilirdim. Ben o olabilirdim. Beni gönderme!” Görevliler onu odadan sürükleyerek çıkarırken, faşist jinekoloğun kalbinin bir yerlerinde gizlendiğini düşündüğü “gerçeğe,” babalık gerçeğine seslenir Elisabeth; “Babaa, babaaa, babaaaaa beni gönderme!”.

Oysa Hitler’in emrindeki “hasta katillerinden” biri olan bu doktorun, kalbinin ve kafasının “taş gibi sert” olmasından başka hiçbir “gerçekliği” yoktur. Hiçbir çığlık, hiçbir masumiyet, hiçbir güzellik ve hiçbir “kırılganlık” karşısında, asla karışmayacak ve başka bir bakış açısı yansıtmayacak bir katılık...

Anlayacağınız üzere anlattığım hikaye bir filmden alınma.  Yukarıda söz ettiğim kısmın filmin ilk sahnelerini oluşturması ve sonrasında teyzenin değil de esas olarak küçük yeğenin yaşam öyküsünün anlatılıyor olması nedeniyle spoiler vermiş sayılmayacağımı umuyorum. Filmde 1930’lu yıllardaki çocukluğundan başlayarak, 1960’lı yıllara kadar öyküsü anlatılan kişi, ünlü Alman ressam Gerhard Richter’dir. Film tamamıyla biyografik bir film değil, Richter’in hayat öyküsünden esinlenen bir kurmacadır.

Bu filmi izlediğim gece eve döndükten sonra internette haberlere bakarken IŞİD’in 2014’te kaçırıp tutsak ettiği 50 Ezidi kadını ve kız çocuğunu katlettiği haberini gördüm. İnsanın yaşananları bütün boyutlarıyla kavrayabilmesi için bazen tek bir şeyi değil, iki şeyi birlikte görmesi, birlikte düşünmesi ve yan yana koyması gerekiyor. İlginçtir ki sözünü ettiğim filmin kahramanı da burnunun dibindeki feci gerçeği ancak geçmişin bir fotoğrafını yakın tarihli olan bir başkasıyla üst üste bindirdiği zaman kavrayabilecektir.

Orijinal isminden farklı olarak ve bana kalırsa çok da isabetle, İngilizcesinde Never Look Away (Asla Gözlerini Kaçırma) olarak adlandırılan bu film, vahşetine gözlerimizi kapamak istediğimiz IŞİD’in, aynı zamanda zaten gözlerimizden çok planlı bir biçimde kaçırıldığını da anlamaya yardımcı oluyor. IŞİD’in kafa kesmesinden, diri diri insan yakmasından gözlerimizi kaçırdık hep. Kaçırıyoruz. Çünkü gerçek bazen de rezilce çirkindir ve korkunçtur... Biz de insanız...

IŞİD’in katlettiği kadınların uluslararası toplum nazarında bir hikayesi yoktur. Gerçeklikleri bir hikaye ile sarmalanmadığından trajedilerinin de bir gücü ve etkisi yok gibidir. Internet ortamında dolaşırken bir video olarak aniden görüş alanımızda belirmedikçe gözlerimizi bir yere kaçırmamıza da gerek yoktur. Bu yüzden de onların ne hayattayken sahip oldukları “gerçek” güzellikleri, ne ölümlerinin içerdiği “hakiki” dehşet, güçlü bir etki kazanamaz.

Sanırım insan evladı kitlesel olarak yok edildiği zaman katlinin etkisi zayıflayan tek canlı türü. Balinaların, köpekbalıklarının, kedilerin ve köpeklerin kitlesel katli, olması gerektiği gibi hepimizi dehşete düşürür. Fakat insan yüzlerce diğer insanla birlikte katledildiğinde, ölümlerin etkisi adeta azalır. Bu hikayesiz ölümler çabucak kanıksanır. Olanlar gözlerden kaçırılmaya da dikkatle bakmaya da ihtiyaç duymuyor gibidir.

Binlerce, on binlerce Ezidi kadının öldürülmesi, zincire vurularak köleleştirilmeleri, küçücük Ezidi kızlarının bir günde yüz “cihatçının” tecavüzüne uğraması, neredeyse hiç yaşanmamış sayılır. Hatta Ezidi kadınların hayatlarını, yuvalarını, kentlerini ve çocuklarını korumak üzere savaşan kadınlar ve erkekler, müthiş bir tersine çevirmeyle, başkalarına yaşam hakkı tanımamak ya da pogrom yürütmekle suçlanabilir. Hakikat de korunmasız Ezidi hayatlarla birlikte katledilir... Tarihin soytarıları, hakikati katletmek ve katlin izini silmek üzere, siyaset adamı, akademisyen, doktor, mühendis ve “uzman” olarak dün olduğu gibi bugün de iş başındadır...

Hayatın, umudun, neşenin ve özgürlüğün düşmanı IŞİD, elindeki 50 Ezidi kadını katlettiğinde, “Babaaa, babaaa, babaaa” diye haykıran bir ses de beynimizde yankılanmayacaktır. Ta ki bir gün bir film yapılıp, neşeli seslerin yükseldiği dar sokaklarda yürürken, rengarenk jarse elbisesinden umudun ve hayallerin canlı hışırtısını yayan, saçlarını savuran ve kömür gözlerini kırpıştırarak gülümseyen bir Ezidi kızının “biricik hayatı” anlatılıncaya dek...

O zaman dek elimizde sadece bu var... Tarih meleğinin kapanmayan kanatları arasından bize bakan ve “Asla gözlerini kaçırma” diyen Elisabeth’in, Ezidi kadınların hakikatine kör kalmış kalplerin kilidini açması ihtimali...

Böyle işte. Çoğu zaman bir durumun vahametini kendi tekilliği içinde kavrayamıyoruz. İkinci bir şey gerekiyor. Başka bir tarih, başka bir deneyim aracılığıyla bakmak gerekiyor. İki ayrı durumu birlikte tartabiliyoruz ancak. Terazinin diğer kefesinde önceden belirlenmiş ve kesinleşmiş bir ağırlık olması gerekiyor.

Bir filmin görüş alanımıza getirdiği katil bir jinekoloğu ya da “Heil Hitler” sözlerini selamlaşma ifadesi olarak kitlelere dayatan ve hayatın her alanını an be an örgütleyen faşist bir rejimi terazinin bir tarafına koyduğumuzda, diğer tarafta olan biteni anlamaya da bir parça yaklaşabiliriz.

Terazinin diğer gözüne tarihin ve insanlığın acı deneyimlerinin elimize verdiği doğru ağırlıkları koyduğumuzda, gözümüzden kaçırılan IŞİD’i tartabiliriz. Bununla da kalmaz daha yakına gelerek, altı milyon oyun sahibi olan ve aileleriyle birlikte 20 milyonluk bir nüfusa tekabül eden bir yurttaş kesimine, “Defolun gidin” denmesinin ağırlığını da anlayabiliriz.

Tarihin tekerrür gerçeğine gözlerin açılması gerekir.

Vatan, beka, terör, güvenlik diye diye her tür zulme “net” bir destek isteyen, “kafa karışıklıklarına” tahammülü olmayan despotik yaklaşımların tarihin her anında ve dünyanın her yerinde tıpatıp aynı olduğunu anlamak başka türlü mümkün olmayabilir.

Haberleri izlemeden önce belki de popülist ve otoriter liderleri, totaliter rejimlerin yükselişlerini ve düşüşlerini, soykırım ve katliamları anlatan belgeselleri izlemek gerekir.

Minik yeğeninden ve ailesinden başka kimsenin biriciği olmamış, kafası karışık, sıradan ve sıra dışı genç bir kadın olan Elisabeth’in hayatına niçin kastedildiğini anlamak önemlidir.

Asla gözlerini kaçırmamak gerekir...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.