Kadınlar, ıslıklar ve müptezel yalanlar
Feminist gece yürüyüşünde kadınların ezanları ıslıklamadığını tabii ki herkes biliyor. Üstelik ezan ıslıklamak da nedir ki, nerede görülmüştür? Islık meselesinin Maden Dağı kadar büyük ve o dağın yolları kadar dolambaçlı bir yalan olduğunu en iyi bilenler de bu iftirayı tükenmiş bir siyasete kaldıraç yapmaya çalışanların bizzat kendisi... Allah günahlarını affetmesin.
Bildiğim kadarıyla Maden’de hiç kimsenin bir aile üyesini gazeteye ilan vermek suretiyle kınadığı, onu akrabalıktan reddettiği ya da mahcubiyete sürüklediği görülmemişti. Madenlilerin gazeteye ilan vermeye dair bir tecrübelerinin olduğuna da yakın çevremden kimse tanıklık etmemişti. Üstelik herhangi bir konu tüm kasabaya duyurulmak isteniyorsa, cami hoparlörü ne güne duruyordu? Yine de nenem “Bernarda Alba,” dünyaya getirdiği beş kızın en küçüğü olan rahmetli teyzemize sinirlendiğinde, bastonunu sertçe yere vurur, “Seni gazeteye veririm” derdi. “Seni gazeteye veririm!”
Sözünü ettiğim dönemin '70’li yılların ikinci yarısına tekabül ettiğini düşünecek olursak, bir kişiyi gazeteye vermenin dört başı mamur bir tehdit olduğunu kabul etmemiz gerekir. “Çünkü o zamanlar haysiyet diye bir şey vardı,” demeyeceğim tabii. Esas gazete diye bir şey vardı... Bir ağırlığı, her şeye rağmen bir inandırıcılığı, toplumun bir yakasını öteki yakasıyla buluşturan bir kamusallığı vardı gazetelerin. Maden’de bile sadık okurlarının olup olmamasından bağımsız bir biçimde her gazetenin tanınan bir şahsiyeti vardı. Şahsiyet önemlidir. Gazetede kınanırsanız, yalancı çıkarılırsanız ya da bir yakınınız sizi gazete yoluyla telin ederse mahcup olurdunuz. Bunun sıradan insanın başına pek nadir gelebilecek bir şey olmasının da bir kıymeti harbiyesi yoktu. İhtimali bile kötüydü. Ve evet, o zamanlar mahcubiyet diye bir şey vardı...
Yıllar evvel bir Kıbrıslıtürk, oğlunu ve gelinini gazeteye verdiği ilanla evlatlıktan reddetmiş ve bu redde karşı gelin ve oğul da gazeteye teşekkür ilanı vermişti. “Hayırsız evlatlar” teşekkür ilanında bu ret kararının ne kadar isabetli olduğunu belirtmekten de imtina etmemişti. Olay ilginçti. Türkiye’de birçok gazete bu olaya yer vermişti. Sonraları bir tarihte başka bir vesileyle Kıbrıslı bir arkadaşım bana Kıbrıs’ta gazeteye ilan vererek bir aile üyesini reddetmenin sık rastlanan bir durum olduğunu söylediğinde, bu durum hem çok ilgimi çekmiş, hem de şaşırmıştım. Fenaydı vallahi...
Şu sıralar burnumu gündelik siyasetin gübresinden kurtarıp, çantamda her yere taşıdığım Mahcubiyet ve Haysiyet adlı incecik Dag Solstad romanına bir türlü yoğunlaşamadığımdan olsa gerek, geçmişin mahcubiyet ve haysiyet zamanlarını hatırladım sık sık. Haftanın birçok haberini, haysiyetsizleşmenin ve mahcubiyet duygusunu yitirmenin nasıl bir şey olduğunu düşünerek okudum.
Madenli “Bernarda Alba’nın Evi”ne ve kızlarına gelince; beş kızın en küçüğü, bambaşka bir zihin dünyası olan, “uyum sağlamayan” ve arada bir kafası ciddi biçimde karışan bir kadındı. Alır başını gider, Maden dağlarında ıssız bir ağacın altında radyosunu son ses açar, kollarını başının altına yastık yapar ve Türk Sanat Musikisi parçalarına eşlik ederdi. Sonra da kenger sakızı kokuları ve esintiler arasındaki o ıssızlıkta, korkusuz gözlerini dünyanın telaşına kapatır ve mışıl mışıl uyurdu. Nenemle yaşadı hep. Nenem öldükten birkaç yıl sonra, yalnız yaşadığı Maden’deki evinde, başına sert bir cisimle vurulmak suretiyle uykusunda öldürüldü.
Teyzem dedemden bağlanan emekli aylığını ve bağ ve bahçeden eline geçen bir şey kaldıysa o parayı, hiç harcamaksızın ve niçin biriktirdiğini hiç düşünmeksizin kuruşu kuruşuna biriktirirdi. Üç ayda bir emekli maaşını bankadan çekince Diyarbakır’a bir kuyumcuya gider elindeki parayla altın alır, daha sonra da Hacıbaba Lokantasında bir kebap yer ve Maden’e dönerdi. Hiçbir koşulda aksatılmayan bir ritüel. Nenemin ölümünden sonra yalnız kaldı. Kimseyle birlikte yaşamak istemedi ki istemiş olsaydı bile bunu beceremezdi. Sanırım kimse de onunla birlikte yaşamayı beceremezdi... Kadın ve yalnız olduğundan, muhakemesi “normal” insanlar gibi çalışmadığından, parasını altına çevirip evde biriktirdiği bilindiğinden, uykuda kafasına vurulan tek bir darbeyle, kolayca öldürüldü. “Basit” bir hırsızlık olayıydı. Faili açığa çıkarılamadı. Sene 1993. Adı Güleser...
Adı ve kırılgan hayatı bugün bir gazetede, Gazete Duvar’da böylece geçmiş olsun. Yattığı toprakta mis kokulu bir bahar filizlensin...
Feminist gece yürüyüşü sonrasında günlerdir gazetelerde yer verilen ezanlar, ıslıklar ve kadınlarla ilişkili haberler, nedendir bilmiyorum bu olayı zihnimin derinlerinden çekip çıkararak önüme koydu. Ailemden bir kadını erken yaşta hayattan koparmış bu şiddet olayı, sanırım gazeteler ya da televizyon haberleri dışında gerçek hayatta tanıklık ettiğim ilk ciddi erkek şiddeti olayıydı. Beş kız anası ve gerçek bir Lorca karakteri gibi bir hayat yaşamış olan nenem, küçük kızının öldürüldüğünü şükür ki görmedi. Zira görmüş olsaydı, bütün o “gazeteye verme” tehditli kavgalara rağmen, acı hikayelerle dolu uzun hayatında aldığı en ağır ve en son darbe bu olurdu.
Maden’de ezan okunduğunda nenem ve diğer kadınlar salavat getirirdi. Hemen hepsi dinlerine bağlı, bir “öte taraf” ve bir “hesap günü” olduğuna inanan kadınlardı. Nenem ölünceye dek affetmediği komşusu Gomo Memet’i bile yeri geldiğinde, “Hayın olmağa hayındır ama bunu da yapmaz. Günahını almayın” diye korurdu. Adil olmak çok önemliydi.
Gomo Memet oysaki nenemlerin arazisinin büyük kısmını ölüme terk etmişti. Üzüm bağlarını ve meyve bahçelerini kıvrıla kıvrıla sulayarak nenemlerin yaz döneminde taşındığı evin önüne kadar gelen suyu kesmiş ve yönünü değiştirmişti. “Bernarda Alba” yine de küçük krallığının can suyunu kesme fenalığını yaptığı halde, sırf ondan nefret ediyor diye, Gomo Memet’e, onun yapmayacağı türden kötülükler atfedilmesine izin vermez, bunu adil bulmazdı.
Nenem kıtlıklar yaşamış, seferberlikler, katliamlar ve isyanlar görmüş, memleketin dip köşesindeki bir dağ üzerine inşa edilmiş kasabasında yaşarken, padişahlıktan cumhuriyete evrilmiş bir rejimi tecrübe etmişti. Darbeler ve idamlar görmüştü. Gazete okuyamıyorsa da, radyo ajanslarını can kulağıyla dinlemeyi asla sektirmezdi. Ezan saatlerinde hızlıca toparlanıp bastonundan güç alarak seccadenin yolunu tutmayı da.
Bugün ezanların üç kuruşluk siyasi çıkarlara nasıl alet edildiğine tanık olsa, muhtemelen tarifsiz ölçülerde üzülür, siyasetin bu hoyratlığı karşısında kalbi derinden kırılırdı. Kadınların ezanları ıslıklamayacağını, adil ve haysiyetli olma çabasındaki herkesin buna inanmayı reddetmesi gerektiğini bilirdi. Her tür değeri, inancı ve dinin kendisini, gözünü kırpmaksızın bir talan siyasetine alet eden bu müptezel ve müfteri tarz karşısında dehşete düşerdi.
Böyleyken böyle...
Feminist gece yürüyüşünde kadınların ezanları ıslıklamadığını tabii ki herkes biliyor. Üstelik ezan ıslıklamak da nedir ki, nerede görülmüştür? Islık meselesinin Maden Dağı kadar büyük ve o dağın yolları kadar dolambaçlı bir yalan olduğunu en iyi bilenler de bu iftirayı tükenmiş bir siyasete kaldıraç yapmaya çalışanların bizzat kendisi... Allah günahlarını affetmesin.
O gün orada ıslık sesleri ve protestoların üzerine minareden yükselen ezanlar düştü. Hepsi bu kadardı. Her gün ve günde beş vakit okunan ezanların su sesi, çocuk sesi, kornalar, şarkılar, fabrika gürültüleri, ana-kız kavgaları ve pazar yeri cümbüşlerinin üzerine düşüyor olması gibi.
Bana kalırsa minarelerden okunan ezan sesi bu kez asıl olarak, muhalefetin her türlüsünü müptezel bir tavırla kriminal ilan eden ve bu nedenle de “siyaseten terörist” bir iklimin ta kendisini üreten düşmanlaşmış bir dilin ve çapsız bir retoriğin üzerine düştü...