Yeni Zelanda: Din, şiddet, siyaset
Yeni Zelanda Başbakanı Ardern’in taziyeye giderken başını örtmesi bir icraattır diyenler oldu. Doğru, bir halkla ilişkiler icraatıdır. İmamoğlu’nun Yasin okuması da öyle. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tekirdağ’da katliam görüntüleri izletmesi de. Tüm bu eylemlerde bir “niyet” var, biz de meşrebimizce “iyi” yahut “kötü” olarak okuyoruz o dışa vurulan niyeti.
Birbirlerinden bağımsız gibi görüngüler (“fenomenler”) aslında aynı bütünün parçaları olabilir. Dolunaya baktığımızda gördüğümüz ışığı yansıtan iki boyutlu bir yuvarlak. Ama biz onun üç boyutlu bir küre olduğunu biliriz. Anımsıyorum çocuktum, bulunduğumuz yerdeki bahçıvan kafasını kaldırıp bana “dün camide hoca söyledi, ayla dünya arasında bir sırık yokmuş onu orada tutan” demişti. Şaka yapıyor sanmıştım önce, ciddiydi. Ben de dalga geçmemiştim zaten.
Ayı dünyadan uzakta ama hep aynı uzaklıkta tutan bir sırığın olmadığını öğrenen bahçıvan, bu bilgiyi kendince en güvenilir kaynaktan ileri yaşta edindikten sonra, aynı bilgiyi diğer durduğu yerden gözlemlediği uzay cisimlerine de zihninde uygulayabildi mi? Bilmiyorum. Gözlem derken gözlem yapmanın insanın tüm türdeşleriyle paylaştığı bir yeti olduğunu varsayıyorum. Doğru mu? Gözle bakıp, akılla anlıyoruz. Bu zaten kendiliğinden işleyen bir süreç, özel çaba, çalışma gerektirmiyor.
Beethoven sağır olduğunda da olağanüstü eserler vermişti. Acaba önündeki kağıtta notaları yan yana dizerek, iki boyutlu, kağıdın üzerindeki kara mürekkeple mi düşünüyordu üstat? Zira notaları yan yana dizmenin tek geçerli grameri var(dı). Yoksa beyninde bizim dışarıdan tabiatıyla duyamadığımız muhteşem ezgiler mi çalınıyordu? Çok sonra Schönberg ve diğerleri o grameri dönüştürdüler, atonal müzik ortaya çıktı. Vokabüler kadar düşünüp, gramer kadar yaratmak.
Belki benim kadar yeteneksiz biri bile Mondrian’ın karelerden oluşan tipik yapıtlarından birini karşısına alıp, zaman ayırıp uğraşacak olsa aynını, yahut ilk bakışta aslından ayırt edilemeyecek denli bir benzerini kopyalayabilir cetvel, fırça ve boya yardımıyla. Dönüp Mondrian’ın ilk gençlik resimlerine bakarsak oysa, onun da emsallerinden aşağı kalmayacak “güzellikte” figüratif, empresyonist eserler verdiğini görürüz. Yahut bunu biliriz. Mondrian, bir düşünceyi sonuna dek izleme cüretiyle sanatında bir yerden başka, evrensel bir yere evrilmiştir, başka türlüsünü beceremediğinden değil.
Misvak dergisi alenen ırkçılık ve şiddet pornografisi yayıyor. Benim gibi düşünenler zamanında Charlie Hebdo’ya mizah (“satire”) anlayışına bayıldıkları için değil ifade özgürlüğü adına sahip çıkmıştı. Öyleyse şimdi de Misvak’ı savunmak gerekir. Böylesine bir ifade özgürlüğü ve hukuku geçtim, kanun devleti ortamı varsa, mezuniyet günlerinde ünlü “Hayvanlar Alemi” karikatürüyle yürüyen ODTÜ’lü öğrenciler hakkında da soruşturma yapılmamalıydı. Ezan protesto edilse, o bağlamda suç oluşturmamalı. Var mı o eşitlikçi anayasal yurttaşlık ortamı?
Karim Achoui, Cezayir göçmeni işçi sınıfı aileden gelip üniversitede tıp ve hukuk birlikte okurken nihayet hukuku seçmiş çok başarılı bir Fransız avukat. Achoui, ününü gansgterleri çoğunlukla gözaltına alınmaları sırasındaki basit hatalar (“ters kelepçe” vb.) sayesinde serbest bıraktırmasıyla ünlü. Bu beraat kararlarını veren yargıçlar, önlerindeki dosyayı okuyup, o kişilerin suçlu olduğunu anlayamıyorlar mıydı? Aksine, “dura lex, sed lex” deyip, vicdanlarını arkaya itip, görevlerini doğru yaptılar, yasayı uyguladılar.
Bizdeyse İçişleri Bakanı Soylu, cezaevinde intihar eden açlık grevi eylemcisi PKK mensubu mahkumun cenazesine ve defnine HDP’li milletvekillerinin ve aile yakınlarının katılmasını devletin kolluk kuvvetini zorla engellenmesini bir terörle mücadele başarısı olarak anlattı. Hangi kanun uyarınca işlem yapıldı acaba? Yarın azılı, tecavüz ve toplu katliam suçlusu bir mahkum da intihar etse varsayalım, aynı uygulama mı geçerli olacak? Hangi tüzük, yönetmelik vs. uyarınca işlem yapılacak? Ateistsek kendimizi parçalasak da günün birinde cenazemizin musalla taşına konacağını bildiğimiz gibi her an başımıza her şeyin muktedirlerin iki dudağı arasından talimat uyarınca gelebileceğini de biliyoruz.
“Ne” denli, “nasıl” da önemli. Siyasette de, hayatta da. Bir orta hakem faulün olduğu noktaya yirmi metre uzaktan kırmızı kartı arka cebinden çıkarıp hızla koşarak gelirse olay yerine, maçın gidişatına göre, seyirci de tribünde birden patlayabilir. Oysa yürüyerek gelip, gülümseyerek sağ elini faulü yapan oyuncunun omuzuna koyup, kısa bir açıklama yapsa ve sonra kırmızıyı arka cebinden çıkarıp gösterse maçın gidişatı aynı eylemlerden –hem faul, hem kırmızı kart- farklı etkilenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın miting meydanlarından hançeresini yırtarak sürekli bağırması böyle bir üslup meselesi.
“Ne diyor” diye içeriğe bakarsak: “(Kılıçdaroğlu’na) Terbiyesize bak, İslâm dünyasından kaynaklanan bir terör diyor.” “Yarın aynı bedeli Yeni Zelanda da öder.” “Dedeleriniz geldi, tabutla geri döndü. Sizi de dedeleriniz gibi uğurlarız.” Buradan anladığımız hem Türkiye halklarının ezici çoğunluğunun koyu dindar oldukları ve dünyayı her şeyden önce İslâm penceresinden değerlendirdikleri varsayımı. Diğeri, Müslüman olanın dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, o din kimliğinin diğer kimliklerinden kendiliğinde üstte olması veya öyle olması gerektiği.
Ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ise “kınamayı ve lanetlemeyi Hrıstiyan dünyası da yapmalı” dedi. Demek Kılıçdaroğlu’nun da zihninde dinlere göre dünyalar var: Hindu dünyası, Konfüçyüs dünyası vb. Yahut “biz ve onlar” var. Gavurla ezelden mücadele veren İslâmın kılıcı baba Türk’ün dünyası. Bazen de “egemen güçler” diyor Kılıçdaroğlu. Emperyalistler, kolonyalistler, kapitalistler, bizim dışımızda, bizim olmadığımız bir yerlerde, bize tasallut eden iblisler, heyulalar bunlar. O zaman astragan kalpaklar konuyor yeniden kafalara. Göstergebilim dersek yine, Bahçeli bunu gerçekten yaptı da.
CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı İmamoğlu, Yeni Zelanda’daki katliamda hayatlarını kaybedenler için evinde abdestini tazeleyip, kafasında takkesi, önüne koyduğu rahleden Yasin okuyabilir. İmamoğlu, aynı eylemi, belediye seçimi kampanyası bağlamında kameralar önünde yinelediğindeyse göstergebilimsel açıdan bir dönüşüm gerçekleşir. Hatta bu dönüşüm siyaset felsefesinin ötesinde belki anayasasında laik olduğu yazan bir ülkede hukukun alanına dahi girebilir.
Örnekse Fransa’da seçkin ölüler Panthéon’a, seçkin diriler Académie Française’e dinsel törenle girmez, giremez. “Ben bir de mübarek kardinale dua okutayım istiyorum, çifte kavrulmuş olsun” deseler, olmaz. Onu geçelim, Erdoğan’ın dini siyasette araçsallaştırmasıyla, İmamoğlu’nun Yasin okuması arasında görüngüsel fark var mı? Demek “icraat” varsa ortada, ikisinin icraatları farklı değil. Ötesi niyet okuma: Birininkinin salih, diğerinkinin necis olduğu varsayılıyor. Kime, neye göre?
Yeni Zelanda Başbakanı Ardern’in taziyeye giderken başını örtmesi de bir icraattır diyenler oldu. Doğru, bir halkla ilişkiler icraatıdır. İmamoğlu’nun Yasin okuması da öyle. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tekirdağ’da katliam görüntüleri izletmesi de. Tüm bu eylemlerde bir “niyet” var, biz de meşrebimizce “iyi” yahut “kötü” olarak okuyoruz o dışa vurulan niyeti. Yunanistan Başbakanı ise papazların devlet memuru statüsünü ortadan kaldırmak için uğraş veriyor. Bakın o örnekteki siyasi icraat gerçek, somut. Okunması gereken bir eylem yok, eylem kendini anlatıyor.
Diyeceğim, tedavi ile teselli aynı şey değil. Homeopatiyle tıbbın aynı şey olmadığı gibi. Ardern’in başını örterek taziyeye gitmesi, orada kurbanların aile fertlerini içtenlikle kucaklaması, olaydan bu yana kurduğu uzlaşmacı, insancıl cümleler hepsi bir bütün halinde içimizi ısıtıyor olabilir. Ayrıca katil Yeni Zelandalı değil, Avustralyalı. Avustralya dünyada en insanlık dışı göç karşıtı siyaseti uygulayan ülkelerin belki başında geliyor. Acaba Ardern’in ve onun İşçi Partisi’nin göç, entegrasyon vb. konulardaki politikalarını, sicilini, icraatını merak edip araştıran oldu mu? Herhalde siyasi değerlendirme onu gerektirirdi.
Basit önerimi yineleyerek bitirmek isterim: 18 Mart geçti, 25 Nisan Anzak Günü geliyor. Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı da Erdoğan’ın Tekirdağ mitinginde katliam görüntülerini izletmesi üzerine etekleri tutuşarak Türkiye yolunda. 25 Nisan’da belediye seçimi geçmiş olacak, en olumlu, çoğulcu, insancıl biçimde değerlendirilebilir. Tedaviden sayılmaz ama teselli eder.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI