İki parti kanka olmuş. Ne yapak inanak mı panpa?
Muhalefet partilerinden siyasetçiler, ola ki yanlışlıkla bir programa davet edilmişlerse, kendilerini dinlemeye, sahici bir konuşma yapmaya, fikir ve projelerini öğrenmeye hiç ama hiç niyeti olmayan ilkel bir söyleşi tarzı içinde, önce “lanetlemeye” davet ediliyorlar. "Sıradışı" programını izleyince, “Lanete davet lobisi”nin kapsama alanın inanılmaz biçimde genişlediğini görüyorsunuz. Zira Ekrem İmamoğlu, PKK’yı filan değil, açık açık HDP’yi ve Selahattin Demirtaş’ı lanetlemeye davet ediliyor!
Normal bir ülke olsaydık, şu başlıkta yer alan ifadeyi, yani “İki parti kanka olmuş” ifadesini, mühim siyasi şahsiyetlerden biri dile getirdiğinde gülmekten ölürdük. Kaderin gözü kör olsun, ülke normal değil... Eğlenemiyoruz.
Bir yerinden başlayıp bir şeyler yazayım diyorum fakat kafam durmuş gibi. Hiçbir ilham yok, bir esinti yok. Meğer ne ağır bir durummuş bu. Allah muhafaza Dr. Bağçalı gibi olmak da varmış. Adamcaazın on yıllardır zihninde yaprak kımıldamıyor.
Dr. Bağçalı, beka meselesinin patlıcan meselesinden önemli olduğunu anlatmanın derdine düşmüş geçenlerde. Patlıcan yemeseniz de olur, tencerenin kaynaması bir beka meselesi değildir diyor. Baki kalacak olan bu kubbede bir tek AKP’dir diyor. Baki, beka, bekaret, bekar, bek... Artık birileri beka deyince bana bir gülme geliyor da gülmeyeyim şimdi olur olmaz yerde diye, bu tekerlemeye bağlıyorum.
Bütün gün düşünüp durdum. Neden böyleyiz diye... Neden bambaşka olabilecek hiçbir şey bambaşka olamamış. Neden mesela Yeni Zelanda başbakanı gibi bir başbakanımız yok. Pardon ya, zaten artık başbakanımız yok bizim. Yeminlen unutmuşum. Yazarken başbakan kimdi diye düşündüm ve hatta Sedat Peker miydi acaba diye kısa bir süre kafamı bile kaşıdım. Peker’in bazı meslek gruplarına 'kolaylaştırılmış şekilde ruhsatlı silah verilmesi’ konusunda Perihan Mağdenciğimin deyişiyle geniş geniş demeçlediğini görünce, başbakan olmuş zahar dedim, nereden bileyim ben?
Başbakanlığı kaldırdık madem, hiç değilse “kraliçelik” kurumunu getirseydik. Hatta yerel yönetimleri de “Prenseslik” olarak taksimlendirseydik ne iyi olurdu. Ankara Prensesliği, İstanbul Prensesliği, İzmir Mahidevran Prensesliği. Hiç değilse siyasetin iyiden iyiye çamurlaşmış diline bir incelik gelirdi. Yani Ankara Prensesliği dedikten sonra, “Mansur Yavaş! Yavaşşşş bas, yavaaaaşşşş, sıkarlar topuğuna, bedelini ödetirler adama diye ünlemek biraz sıkıntılı olabilirdi.
İşte böyle başbakansız, kraliçesiz bir ortamda Dr. Bağçalı da çıkıp rahatlıkla, “İki parti kanka oldu” diyor... Ne yapak inanak mı panpa? Tam olarak söylediği şu, 31 Mart seçimlerinde “Beklenen netice olmazsa kimse endişe etmesin. İki parti artık kanka olmuştur.”
Peki kankiler, sonuçlar istediğiniz gibi çıkmayınca bu kankalığınızla ne tür panpalıklar planlıyorsunuz?
Burnumuzun dibinden ayrılmadıkları için bu yazıda da 31 Mart seçimlerinden kaçamadık görüyorsunuz. O zaman oradan devam edeceğim mecbur. Göçük altındaki bu medyada, bir ses yankılatmaya çalışacağım.
ORADA HİÇ UTANAN VAR MI?
Gece gece sosyal medyada dönen tartışmalar gözüme ilişince, Ülke TV’de yayınlanan Sıradışı programından ve Turgay Güler’den haberdar oldum. Kendilerinden düne kadar haberdar değildim. Bu da benim ayıbım olsun diyemeyeceğim doğrusu. Hiç haberdar olmadan da yaşayabilirdim. Geleceğe dair umudumda kapkara bir delik açılmamış olurdu. Neyse ki sosyal medyayı, bilhassa ekşi sözlüğe bir gecede eklenen 40 yeni sayfayı gözden geçirince, Sıradışı adındaki, ismiyle bir şekil müsemma programda, konuğuna ve izleyicisine zerre kadar saygı göstermeyen, gazetecilikle ya da söyleşi yapma niyetiyle uzak yakın ilişkisi olmayan, partizan “medyacı” profilinin geniş bir izleyici kesimi tarafından apaçık anlaşıldığını ve reddedildiğini görüyorsunuz. Bu ülkeden umudu kesmiyorsak onların yüzü suyu hürmetinedir.
Yerel seçimlerle ilişkili medya tutumu konusunda bir iletişim bilimci olarak söyleyebileceğim şey, bu konuda herhangi bir şey söylemenin giderek daha manasız olduğu. Çünkü 2014 yılından bu yana neredeyse gün aşırı sandık başına gidiyor olsak da medyanın garp cephesinde de şark cephesinde de yeni bir şey yok. Sınırlı okuyucu ve izleyici kitlesine sahip alternatif medya ortamlarını saymazsak, medya diye bir şey yok çünkü. AKP 2002 yılından bu yana anaakım medyayı kontrollü olarak çökertti ve havuza yuvarladı. Sen sağ, ben selamet…
Sıradışı programına dönecek olursak, her ne kadar vaktiyle “anaakım” tabir ettiğimiz türden bir medya kuruluşunda yayınlanmıyor olsa da, Türkiye anaakım medyasının kırk yıllık günahını korkunç bir iştahla sahiplenen bir program. Eskinin medyası bu günahı genellikle yalnızca Kürt siyasetçilere karşı işlerdi. Şimdi kapsama alanı genişlemiş. Bütün bir muhalefet, CHP, İYİ Parti ya da Saadet Partisi demeden hedefte.
Muhalefet partilerinden siyasetçiler, ola ki yanlışlıkla bir programa davet edilmişlerse, kendilerini dinlemeye, sahici bir konuşma yapmaya, fikir ve projelerini öğrenmeye hiç ama hiç niyeti olmayan ilkel bir söyleşi tarzı içinde, önce “lanetlemeye” davet ediliyorlar. Sıradışı programını izleyince, “Lanete davet lobisi”nin kapsama alanın inanılmaz biçimde genişlediğini görüyorsunuz. Zira Ekrem İmamoğlu, PKK’yı filan değil, açık açık HDP’yi ve Selahattin Demirtaş’ı lanetlemeye davet ediliyor! Sunucu yaptığı bu hadsiz davete istediği yanıtı vermeyi sakince reddeden İmamoğlu karşısında insicamını yitiriyor, “Size peçete vereyim, terliyorsunuz, terinizi silin” filan diyor! Gazeteci değil, medyada görevlendirilmiş hükümet komiseri mübarek…
Hatırlarsanız, 24 Haziran 2018 seçimlerinde cezaevinden cumhurbaşkanlığına aday olan Demirtaş 4 milyon’dan fazla oy almıştı. Kendi deyişiyle onların yüzlerce mitinginin karşısına ketılda kaynattığı yüz tivitle çıkmıştı ve bu oyu almıştı. Altı aday arasında üçüncü olmuştu. Ülkeyi 16 yıldır kesintisiz yöneten, 16 yıllık iktidarın sahibi bir partinin adayı olmakla kalmayıp o tarihte zaten cumhurbaşkanlığı makamında oturmakta olan Erdoğan, Demirtaş’ın yüz katı oy alsaydı yeriydi. Bütün dünya parmağının ucunda, bütün imkanlar ayaklarının altındaydı. Oysa mütemadiyen kriminalize edilen, seçimden neredeyse iki yıl öncesinden beri cezaevinde olan, tutuklu bir adayın değil yüz katı, 10 ya da 7 katı bile olamadı aldığı oy. Demirtaş’ın aldığı oyun 6 katından biraz fazlasını almıştı. Milli irade, milli irade diyorsak, burada da altıda birlik bir milli iradeden söz ediyoruz… Bağçalı efendiden esinlenerek işte böyle rakamlarla bir akıl yürüteyim dedim ben de… Değişik bir yorum oldu bence.
Demirtaş’ı lanetletecekmiş Turgay Efendi. Türkiye kamuoyu huzurunda ve lider pozisyonundaki siyaset ömrü çok çok kısa sürmüş bir siyaset insanı olmasına rağmen ve de tutukluyken bu oyu alabilmiş bir ismi lanetletecekmiş! Hadi ordan. Hadi ordan…
Programın sadece ilk yarım saatine dayanabildim. Sunucu programı açarken açık ve aleni bir yalanı “olgusal bir hakikat” gibi sunarak başladı. “Burada değerli bir konuğum var. Cumhuriyet Halk Partisi, HDP ve İYİ Parti’nin oluşturduğu Millet İttifakı'nın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı...”. Oysa böyle bir ittifak söz konusu değildi. İttifakın üyesi olmayan bir partiyi ittifak üyesi olarak sunamazsınız. İttifakı desteklediğini, bu yönde bir kanaat oluştuğunu söyleyebilirsiniz olsa olsa. Programın açılış cümlesinde üstelik ittifakın ikinci asıl üyesi olan İYİ Parti’den bile önce HDP’yi tanıtamazsınız.
Programın yirminci dakikasına gelindiğinde konuğa hâlâ projeleri veya kendisinin ya da partisi CHP’nin yerel seçim öngörüleri ve stratejileriyle ilişkili tek soru sorulmamıştı. Sunucu Ekrem İmamoğlu’na PKK’lı Cemil Bayık’ın videosunu izletmiş, Mustafa Karasu’nun açıklamalarını okumuştu. İzlettiği videoda değil Mansur Yavaş ya da İmamoğlu’nun adları, CHP bile hiç ama hiç telaffuz edilmemişken, “Bakın kendi bekası için PKK, Ankara’da Mansur Yavaş’ı, İstanbul’dan Ekrem İmamoğlu’nu destekleyin çağrısı yapıyor” diyebilmişti! İmamoğlu’nun bir terör örgütü üyesinin ya da yöneticisinin ne dediğinin kendisini hiç ilgilendirmediğini ama zaten o videoda CHP adının bile geçmediğini ve altyazıya parantez içinde CHP iliştirilerek algı yönetimi yapıldığını net biçimde söylemesi üzerine, program sahibi ardı arkası gelmeyen ve alemi sersem sanan, “Peki, eyvallah, eyvallah...” tekerlemesiyle aynı teraneyi sürdürdü.
Programı daha fazla izleyemedim ancak şu haberden gördüğüm kadarıyla, programın sonlarına gelindiğinde bile sunucu, bu teraneden bir milim uzaklaşmayı, azıcık ciddi olmayı ve Türkiye’nin ya da İstanbul’un menfaatini önceleyerek başka türlü birkaç soru sormayı aklından bile geçirmemiş. Bu duruma “Programın 50 dakikası” bitti diye haklı olarak itiraz eden İmamoğlu’na, süre kısıtı olmadığını söylüyor hicap duymadan. İmamoğlu kendisinin bir buçuk saatlik bir süre için programa katılabildiğini, sonsuza kadar vakti olmadığını anlatamıyor.
Yerel seçimlere beş kala gasp edilmiş haber alma hakkımızın ve iletişim özgürlüğümüzün hal-i pürmelâlini görmek isteyen herkes bu programı izlemeli. Ekrem İmamoğlu’nun onda biri kadar sabrınız varsa tabii. Adaletli temsil nosyonu ve etik ilkeler tümden elden gittiğinde medyada kalan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmalı.
Programın yine de amaç etmediği bir “fazlalık” ürettiğini kabul etmek lazım. Ekrem İmamoğlu, CHP’nin kendisinde nereden ve nasıl bir ışık görerek İstanbul için aday gösterdiğini birçoğumuzun anlamadığı biri olarak, hasletlerini güzelce tanıttı bu programda. Sükunetiyle, polemikçiliği küçümsemesiyle, usturuplu tarzıyla ve kendisine sorulmaması gereken soruları elinin tersiyle kibarca iterek iade etmesiyle yaptı.
Bu programı izledikten sonra siz ne yaparsınız bilmiyorum, ben 31 Mart’ta gidip güzel güzel oyumu kullanacağım. Artık böyle bir ihtimal var…