Demirtaş’ın büyük becerisi
Demirtaş’ın en büyük farkı ve becerisi, emretmeyi ya da yaltaklanmayı değil, ikna söylemini Türkiye siyasetinin kalbine taşımış olmasında yatıyor. Bu kadar eksikliğini duyuyor olmamızın nedeni de bu.
Kabul edelim; hepimiz bir parça kıskandık kendisini. Bu kıskançlık kimi mahfillerde hırs ve hınçla yoğrulup yavaş yavaş bir hınca bıraktı yerini. Hıncın dili en akıl almaz birleşmeleri mümkün kılar; çünkü nesnesini yitirmiş bir rekabetten doğar gelir (Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı). Nesnesi olmayan rekabet, rekabetin kendisini ölçebileceğimiz bir nesnelliğin söz konusu olmadığı bir durum içindeki rekabettir. “Kendini ortaya koymanın” müthiş özerk ve rasyonel bir öznellik durumunu ortaya koymak anlamına da geldiğini zannettiniz; yanıldınız. Gerçek ya da varsayılmış bir rakip yoksa ortada kimse ‘kendini ortaya koyma’ gereği duymayacaktır. İşte bu nesnesizlik, bu ölçütsüzlüktür ortak ölçülebilirliğinin asla olmadığını varsaydığımız uçları aynı mekanizma içerisine yerleşivermiş bir halde karşımıza çıkaran şey. Birbirinden bu kadar uzak siyasal söylemlerin Demirtaş’ı ‘aynı suçla’ itham ediyor olması, biraz garip değil mi?
Demirtaş gerçekten suçlu mudur? Mevcut yargı sistemine bakılırsa öyle ve ‘normal’ addedilen durumlarda dahi Türkiye’nin hukukuna bir ‘istisna hali rejiminin’ damgasını vurmuş olduğunu da hesaba katarak, bu türlü bir ‘mahkeme’ metaforu tarafından ele geçirilmişliğimiz bizlere bir şeyler anlatmayacak mı gerçekten? Ezilenlerin yaşadığının sürekli bir olağanüstü hal olduğunu, normal durumun kendisinin bile ezilenler için ‘olağanüstü’ olduğunu elbette Benjamin sayesinde epeydir biliyoruz; fakat olağanüstünün de olağanüstüsü koşullarda bir mahkeme metaforunun toplumun neredeyse her kesimini bu kadar kuşatması, en azından ‘ezilenler’ olarak veya ezilenler adına söz geliştirenler açısından üzerine düşünülmeye değer bir olgudur. Atılı suçların nitelikleri, insanların kendi siyasal konumlarına bağlı olarak farklıdır birbirlerinden; ama mekanizma sabit: Sembolik bir mahkemede Demirtaş yargılanıyor; durmaksızın yargılanıyor. Bu da aslında hepimizin suçluluğunu ortaya koyuyor. Bazı kriz dönemlerinde herkesin içinde birikmiş olan suçluluk duygusu, kolektif bir hınç halini alarak somut birtakım ‘suçlulara’ yüklenir. Suçu atabileceğimiz bir adresin olması, bizi suçlu olmaktan kurtarır. Demirtaş gerçekten suçlu mudur? Ne önemi var ki bu mekanizma açısından.
Demirtaş’ın suçu gerçek bir farkı ortaya koyabilmiş olmasıdır aslında. Sözcüğün sahih anlamıyla ‘siyaseti’ işler kılmaya yönelmiş olmasıdır bu fark. Eşitliği bir hedef olarak önüne koymayan, aksine bir başlangıç ilkesi olarak konumlandıran bir siyasal dili tutturabilmiş olmasıdır. Bu dil ikna dilidir. Örneğin seçmenlere yaltaklanan ya da buyurgan bir asimetrik ilişki tesis etmeye kalkışan bir söylem biçimine hiç başvurmadı Demirtaş. Yine bazen, kimi durumlar karşısında bir pozisyon almak gerektiğinde, bu pozisyonun HDP seçmenlerinin hoşuna gitmeyen bir pozisyon olduğunu fark ettiğinde, onları bir ‘ortak iyi’ adına bunun yapılması gerektiği yönünde teskin etmeyi denedi. “Evet, bazen hoşumuza gitmeyen şeyler de yapmak zorunda kalabiliriz; ama bakın şu nedenlerle böyle yapmamız gerekmez mi?” diyen bir dil.
Bu dil, içerdiği eşitlik ilkesi nedeniyle siyasal bir dildir. Diğer türlü siyaset söylemleri gerçekte siyaset alanında siyasal olanın eksiltilmesi üzerine kuruludurlar. Ranciere siyaseti iptal eden siyaset adını veriyor bunlara. Çünkü siyasal olanın temel ilkesini yani eşitliği bir ilke olmaktan çıkarmaktadırlar bu siyasi söylemler. Oysa demokrasinin olmazsa olmazıdır eşitlik ilkesi. Demokrasinin daha ortaya çıkışında demokrasiye damgasını vurmuştur bu ilke. Aristoteles, siyasal ilişkinin ancak eşitler arasındaki bir ilişki olabileceğini müthiş bir berraklıkla ortaya koyuyordu. Bir baba çocuklarına bir şeyler yaptırmak istediğinde söyler ve yaptırır. Yine aynı adam kölelerine bir şey yapmak istediğinde emreder ve yaptırır. Fakat bu adam evinden çıktığında, kendisi gibi evinden çıkmış bir başka adamla karşılaştığında, ona bir şey yaptırmak istiyorsa, ona emredemez; onu ikna etmek zorundadır. Ve Aristoteles siyasal ilişkinin ancak eşitler arasındaki bu ilişki biçimi içinde konumlanabileceğini söylüyordu. Ona göre siyaset, konuşarak ikna etmekti. Bu belirlemelere göre düşünürsek, biri bana emrederek bir şeyler yaptırmaya çalışıyorsa aramızda bir siyasal ilişkinin de var olmadığı anlamına gelir bu; tersi de geçerlidir.
İşte Demirtaş’ın en büyük farkı ve becerisi, emretmeyi ya da yaltaklanmayı değil, ikna söylemini Türkiye siyasetinin kalbine taşımış olmasında yatıyor. Bu kadar eksikliğini duyuyor olmamızın nedeni de bu.