Müslümanın yurdu ne yana düşer?
Türkiye’de ana akım İslamcı hareketlerin, küresel İslamcı akımlarla olan etkileşiminde, İstanbul’un İslam'ın merkezi ve Türklerin İslam’ın kılıcı olduğu yönündeki iddia, hep merkezi bir gerilim unsuru olagelmiştir. Durumu bu açıdan ele aldığımızda, İslamcılığın Türkiye’deki ana meselesinin, her zaman kendi etnik-merkezci konumunu ve öncülük iddialarını diğer Müslümanlara kabul ettirme etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz.
Yurtseverlik, insan davranışlarını sadakat duygusu üzerinden yönlendirir. Sadakatin gücüyse sadece çelişkili ilişkiler içinde etkisini ortaya koyabilir. Bu yüzden yurtseverlik, kendi başına varlığını sürdürebilecek bir şey değil. Varlığını hissedebilmek için, onu diğer şeylerle rezonansa girdiği durumlar içinde yakalamak gerekiyor. Türkiye’de yurtseverlik söylemlerine baktığımızda, bu türden rezonanslar arasında en dikkat çekici olanının İslam ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Elbette bir arka plan bilgisi olmadan bu ilişkiyi teşhis edebilmek kolay değil. Çünkü arka plan, bir etkileşimin varlığına rağmen, örtük ve iç içe geçmiş halde olan iki unsuru barındırıyor: Din ve millet. Yani biri kadim ve ilahi olana, diğeri modern ve dünyevi olana ait olan iki unsurun çelişkili bir alaşımı söz konusu.
Çelişkinin kaynağında Müslüman bireyin, on dokuzuncu yüzyıl sonrasında, karşı karşıya kaldığı şu meydan okuma bulunuyor: Hem bir ulus devlete sadık kalıp hem de böyle bir durum yokmuş gibi ulus aşırı bir dini topluluğa bağlılık göstermek nasıl mümkün olacak? Türkiye’de yurtseverlik ekseninde kurgulanmış söylemler kadar İslamcı hareketlerin tarihsel davranışı da bu çelişkiye verdikleri tepkinin niteliğine göre değişim gösterir. İslamcılığın Türkiye serüveni gerek öğreti düzeyinde gerek siyasi davranış düzeyinde dünyanın geri kalanında izlediği seyre göre büyük bir farklılık arz eder. Bu farklılık, İslamcıların tarihsel açıdan Türkleri İslam’ın öncü ve vurucu gücü, coğrafi açıdan da Türkiye’yi “İslam yurdunun” kalpgâhı olarak kabul etmesinden ileri gelir. Türkiye’de İslamcılık ve yurtseverlik arasındaki geçişlilikleri ve dönüşümleri anlamanın yolu, düşünülmeden bırakılmış olan bu ön kabulü düşünülür hale getirmekten ve dini görünümün ardındaki etnik-merkezci çekirdeği görünür kılmaktan geçiyor.
Böylesi bir hamle için atacağımız ilk adım, bugünkü “yurt” kavrayışını mümkün kılan mekân bilincinin, İslam’ın geleneksel coğrafi tahayyülünden hangi hususlarda ayrıldığını belirlemek olmalıdır. Modern bireyin kimliğinin gelişiminde, yani onun benlik duygusunun inşasında “teritoryal fark” kurucu bir önem taşır. Bu fark, insan gruplarının tek taraflı kararı veya uzlaşısı ile toprağa çizilen sınırlarla temsil edilir. Ülke anlamındaki teritoryal alan, bu sınırlar aracılığıyla görünürlük kazanır ve üzerinde yaşayan nüfus için yurt haline gelir. Söz konusu dönüşüm, teritoryal farkın insanlar için sadece üzerinde yaşadıkları toprakların genişliğini belirleyen bir etmenden çok daha fazlasını ifade ettiğini gösterir. Teritoryal fark, yerine göre içerisi ile dışarısı, yabancı ve yerli, dost ve düşman gibi ayrımların tümünün belirlenmesinde etkili olabilir. Bu yüzden, modern insanın aidiyet duygusunun kaynaklarını ve bununla bağlantılı gelişen benlik algısını, coğrafya ile kurduğu bu bilişsel ve duygusal bağın gücünden bağımsız olarak anlamak mümkün değildir.
Ne var ki teritoryal fark iddiasının ileri sürüldüğü düzey, İslam âleminin geleneksel coğrafi tahayyülünde böylesi bir aidiyet bilincinin gelişeceği bir zemin oluşturmaz. Müslüman coğrafyacıların veya seyyahların yarattıkları literatürde, “Bilad el-İslam” (“İslam beldeleri”) dedikleri topraklar, özel bir bilişsel çabanın veya yoğun bir duygusal yatırımın nesnesi olarak karşımıza çıkmaz. Esasında bu türden yoğun bir duygusal bağ, “kutsal topraklar” dışarıda tutulursa, hiçbir mekân için hissedilmez. Coğrafyacıların eserlerinde veya seyyahların kitaplarında, toprak üzerinde yaşayan insanların gelenek, âdet, geçim tarzı, bilgi düzeyi ve tabii inanç sistemleri açısından sahip oldukları farklara yönelik tutkulu bir ilgi kendini hissettirir. Akdeniz kıyılarından Çin ve Hindistan’a uzanan coğrafyanın tek bir inanç sisteminin ilkelerine indirgenemez olduğunun bilinci kendini açıkça ortaya koyar.
Geleneksel coğrafi tahayyül, Müslüman bireyin aidiyet referanslarının ve benlik algısının toprakla temellendirilmediğine işaret ediyor Bir inananlar topluluğu olarak ümmetin birliğinin, onların teritoryal dağılımından ve siyasi birliğinden bağımsız olduğu düşünülmüştür. Yersiz yurtsuz bir topluğun mensubu olarak Müslümanın ait olduğu topluluk, esasında yeryüzüne dağılmış durumdadır. Bu yüzden teritoryal fark, Müslümanın yurdunun sınırlarını göstermez, Müslüman olmayanlarla karşılaştığı her somut mekânda göstermesi gereken davranışı düzenleyen bir ilkeyi gösterir. Söz konusu ilke, günümüzün cihat kuramcıları tarafından yeniden güncellik kazandırılan “dar al-İslam” ile “dar al-harb” veya “dar al-küfr” ayrımına gönderme yapar. Ayrımın özünü din adına savaşın yürütüleceği topraklarla diğerleri arasındaki farkı belirlemek oluşturur. Bu bakımdan teritoryal fark, Müslümanların yaşadığı toprakları, yani yurdunu diğerlerinden ayırmaz, onların davranışlarının savaş ile barış hallerine göre değişim göstereceği toprakların dağılımını belirler.
O halde, coğrafi tahayyülün İslami biçimini, esasen bir kimlik unsuru olarak değil, jeopolitik stratejinin bir bileşeni olarak görmek yerinde olur. Bu bağlamda, modern mekân bilinci ile İslami gelenek arasındaki ilk önemli farkı, bir aidiyet referansı olarak toprak üzerinde yaşayan nüfus karşısındaki kayıtsızlık, yani niceliğe değil niteliğe yapılan vurgu oluşturur. Dar al-İslam, bizde düşünüldüğü gibi, “nüfusun yüzde doksan dokuzu Müslüman” olan bir mekân değildir, İslam’ın kurallarına uygun bir hayatın yaşandığı toprak parçasıdır. Bu bakımdan, nüfusun az bir kısmının Müslüman olduğu bir yer dar al-İslam iken, nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu bir yer pekâlâ dar al-harb olabilir. İkinci önemli farkı ise, toprağın belirgin ve nispeten istikrarlı sayılabilecek sınırlarla değil, esnek ve dinamik çizgilerle ayrılması oluşturur. Bu açıdan, toprak siyasi değerini onun üzerinde yerleşik toplumun kültür, dil ve değerleriyle donatılmış bir bütün olmaktan almaz, ilişkide olduğu başka inanç topluluklarının özelliklerine göre değişen dinamik bir yapı arz eder.
Ne var ki, bu niteliksel ve ilişkisel teritoryal mekân bilinci, Batı modernliğiyle karşılaştığı noktada önemli dönüşümler yaşamak zorunda kalmıştır. İslam toplumlarının önemli bir kısmının modernlik deneyimleri, sömürgeleşme, sömürge olmaktan çıkış ve bugün küreselleşme adını verdiğimiz süreçlerin etkisi altında şekillenmiştir. Bu deneyimlerin, ulus devletlerin dünyasında bir Müslüman olmanın anlamını sorgulamaya yol açtığı aşikardır. Birçok Müslüman toplum, maruz kaldığı sömürgecilik deneyimlerinin izdüşümlerine uygun olan bir teritoryal gerçekliği, pragmatik nedenlerle de olsa, kabul etmiştir. Öyle ki, İslam toplumlarının birliği veya İslam’ın kurallarına uygun bir toplumsal hayat inşa edilmesi meselesi, sömürgeciliğe karşı verilecek bir yurtsever mücadeleden bağımsız ele alınamaz hale gelmiştir. Aslında “yurtların” bağımsızlaştırılması, tarihsel açıdan dini birliğin sağlanacağı düzeyin ön koşulu olarak görülmüştür. Bağımsızlıkçı hareketlerden bugüne kadar uzanan cihatçı hareketlerin içinde devindiği sorun çerçevesini bu koşulların toplamı oluşturur.
Türkiye’de İslamcılığın gelişimini ayırt eden yan da burada kendini ele verir. Kısa bir işgal süreci hariç, Osmanlı’nın Türkiye’nin bugünkü topraklarını oluşturan kısmının bir sömürgeleşme deneyimi yoktur ve olmamıştır. Bu yüzden Türkiye’de İslamcılık, savunmacı ve bağımsızlıkçı coğrafi tahayyülün nesnesi veya İslam birliğine giden yolda geçilecek bir evre olarak vatan tahayyülüne sahip olmamıştır. Bir imparatorluk nostaljisi içinde kabul edilen ve sunulan öğreti, hep İslam’ın teritoryalize edildiği ve merkez olarak Türkiye, hatta İstanbul’un gösterildiği söylemler üretmiştir. Türkiye’de İslamcılığın evrimini anlamak için, onun dünyanın geri kalanında İslamcı akımların oluşturduğu entelektüel çerçeve içine yerleştirmekten çok, tarihsel açıdan rakip olduğu Osmanlıcılık veya Türkçülükle ilişki içinde ele almak gerekir. Çünkü o da, tıpkı diğerleri gibi, Osmanlı-Türk devlet geleneğinin bir dönemki resmi öğretisi olarak gelişen ve sonra uygulanabilirlik koşullarına göre hep yeniden elden geçirilen bir öğretidir.
Tanzimat'la başlayıp Abdülhamid’e kadar uzanan siyasi reformların ideolojik referansını Müslüman ve gayrimüslim unsurların oluşturduğu bir bütün olarak Osmanlı’yı bir arada tutma vaadini içeren Osmanlıcılık oluşturuyordu. Bu aşamada, Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklar, söz konusu topraklar üzerinde yaşayan nüfus için “yurt” olarak yeniden tarif edilmeye çalışıldı. Ancak sonra, bu projenin uygulanabilirliği kalmayınca, Müslüman unsuru esas alan ve Osmanlı sınırları içinde ve dışında yaşayan Müslümanların birliğini, “ittihad-ı İslam” siyaseti üzerinden yürüten İslamcılık, devletin resmi ideolojisi olarak öne çıkmıştır. Bu anlayış, Müslümanların koruyucusu ve çatısı olan tek devlet olarak Osmanlı devleti ve onun topraklarının İslam dünyasının merkezi olduğu iddiasından bağımsız düşünülemez. Bir sonraki evrede, İslamcılığın uygulanabilir olmaktan çıkmasıyla hem devlet hem de vatanın sınırları Türklüğün sınırlarına geri çekilmiştir.
Sonuç olarak Türkiye’de ana akım İslamcı hareketlerin, küresel İslamcı akımlarla olan etkileşiminde, İstanbul’un İslam'ın merkezi ve Türklerin İslam’ın kılıcı olduğu yönündeki iddia, hep merkezi bir gerilim unsuru olagelmiştir. Durumu bu açıdan ele aldığımızda, İslamcılığın Türkiye’deki ana meselesinin, her zaman kendi etnik-merkezci konumunu ve öncülük iddialarını diğer Müslümanlara kabul ettirme etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Din ve millet, ezan ve bayrak gibi terkiplerin çözüm bulmaya çalıştığı mesele de budur. Çözümlerin başarısı, yurtseverlik söylemlerini ne ölçüde İslami bir anlayışla veya tersinden söylenecek olursa, İslami söylemlerini ne ölçüde yurtseverlikle bağdaştırabileceğine bağlı olmuştur. Uzun sözün kısası, bugüne kadar İslamcılığın hakikatini yurtseverlik oluşturmuştur.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI