YAZARLAR

Kararlıyım, kararsızım, kararlıyım….

Oyumuzu stratejik kullanmak elimizdeki en yakın fırsat. Başka yollar yaratıncaya, bu yolları etkili biçimde yaygınlaştırıncaya kadar stratejik bir biçimde oy vermenin önemli bir araç olduğunu düşünüyorum. Fazla bir şey değiştiremeyebiliriz ama yurttaşlığımızın değerli olduğunu, haklarımızdan vazgeçmeye niyetli olmadığımızı gösterebiliriz belki de…

Doğrusu 7 ya da 24 Haziran ile karşılaştırdığımda bu seçim beni pek az heyecanlandırıyor. Bunun pek çok nedeni var elbette. Ama en önemlisi, yaşadığımız rejim değişikliğinin ardından seçimin bizim açımızdan önemli katılım araçlarından biri olma fonksiyonunu yitirdiğini düşünmem. Yerel yöneticilerimizi seçeceğimiz halde yerel sorunlara dair pek az şey işitmemiz, yönetime aday olanlardan ziyade ülkenin Cumhurbaşkanını “ülkenin bekası” söylemiyle bol bol gördüğümüz, dinlediğimiz bir propaganda süreci geçirmemiz seçimlerle ilgili bu düşüncemi destekliyor. Bir katılım aracı olmaktan çok, rejim adına görüntüyü kurtarmanın bir yolu artık seçimler. Demokrasiymiş gibi yapan bütün otoriter rejimler seçimleri kullanırlar. Bizim için de gidiş o yönde gibi. Papatya falı bakıyorum sanki. Bunu düşününce oy verme konusunda kararsızım, heyecansızım.

Ayrıca seçimlere iki gün varken sandığa gitmemeyi düşünenlerle kararsızların oranının da epey yüksek olduğu anlaşılıyor, bunun yalnızca benim kararsızlığım olmadığı açık kısacası. Özellikle iktidar medyası yazarlarının, iktidar sözcülerinin küskünlük zamanı olmadığı, testiyi kırmamak gerektiği, bunun bir ders verme seçimi olmadığı yönündeki ifadelerini düşününce bu eğilimin güçlü olduğuna dair izlenimim pekişiyor. Oysa, Türkiye’de seçimler her zaman fazlasıyla önemsenmiştir. Başka katılım kanallarının, örgütlenme tarzlarının pek de yaygınlaşamadığı bir siyasal kültür içinde seçimler, halkın kendi sesini duyurabildiği, ona sözünü değerli hissettiren neredeyse tek aygıt olmuştur. Yurttaş olduğunu gösterebildiği, makbul sayıldığını görebildiği biricik fırsat. Belki de bu nedenle seçimlere katılma oranları çoğunlukla epey yüksektir. Son birkaç seçime bakalım: 1 Kasım 2015, yüzde 85,18; 16 Nisan 2017 (Referandum), yüzde 86,4; 24 Haziran 2018, yüzde 86,24.

Bu seçimlerde, bu katılım oranları yakalanamayabilir. Genel bir boykot kararı olmamakla birlikte, 24 Haziran seçimlerinin ardından hayal kırıklığı yaşayan pek çok muhalif seçmen oy kullanmamayı seçebilir. AKP seçmeninin de krizin ağır sonuçlarının hissedilmesiyle birlikte bir güven sorunu yaşadığı, bundan dolayı da bir tercih yapmaktansa hiç sandığa gitmemeyi tercih edebileceği tahmini temelsiz görünmüyor. 31 Mart akşamı başkalarıyla birlikte bu sorunun da cevabını alacağız elbette. Eğer beklendiği gibi bir sandıktan kaçış söz konusu olursa bunun yalnızca bu seçimlere mi özgü olduğu, yoksa genel anlamda rejimin yarattığı bir geri çekilme mi olduğu sorusu üzerine de düşünmek gerekecek.

Hemen seçimler öncesinde sonuçlarla ilgili büyük umutlar beslemesem de oy vermenin önemine yine de inandığımı söylemem gerekir. Bunun başlıca nedeni, bu yeni rejimin yurttaş olarak elimde genel oy hakkı dışında pek az şey bırakmış olması. KHK’lı bir barış akademisyeni olarak çalışma hakkımdan yoksun bırakıldım. Onca yıl emek verdiğim mesleğimden kopartılmam yetmediği gibi adil yargılanma hakkımdan da yoksunum. Durup dururken, sırf barışı savunduğum için terörle iltisaklı ilan edildim; barış talep eden bir metni imzaladığım için terör propagandası suçuyla yargılanıyorum. İfade özgürlüğüm yok. İşimden olmam yetmedi, yurtdışında herhangi bir akademik faaliyete katılmam da engelleniyor. Pasaportuma tahdit konuldu. Ne bir mahkeme kararı var, ne de yurtdışı yasağı… Ama seyahat özgürlüğüm yok. Kendimi geliştirebilmem, başka işler yapabilmem konusunda da KHK’lı olmak nedeniyle engeller sayısız.

Ama ben yalnız değilim. Özgürlükler ve haklar açısından genel bir daralma yaşanıyor. Yurttaş olmakla elde ettiğimiz anayasal haklarımızı hep birlikte kullanamaz hale geldik. Gösteri yapamıyoruz, protesto edemiyoruz. Bilgi edinemiyoruz. Basınımız özgür değil. Sosyal medyada bile (oto)sansür var, geleneksel medyada ise durum “güldür güldür” ortada. Yaşadığımız hak erozyonu, özgürlük yoksunluğu giderek büyüyor. Her gün yeni bir örnekle karşılaşıyoruz. İşte bu iyice kıstırılmış halimizde elimizde oylarımız dışında şimdilik pek bir şey yok. Oyumuzu stratejik kullanmak elimizdeki en yakın fırsat. Başka yollar yaratıncaya, bu yolları etkili biçimde yaygınlaştırıncaya kadar stratejik bir biçimde oy vermenin önemli bir araç olduğunu düşünüyorum. Fazla bir şey değiştiremeyebiliriz ama yurttaşlığımızın değerli olduğunu, haklarımızdan vazgeçmeye niyetli olmadığımızı gösterebiliriz belki de… İşte bunları düşününce de kararlıyım, oy vermeye gideceğim.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.