Batı Erdoğan'ı gözden çıkarır mı?
Bundan sonra Batı ve ABD şunun hesabını yapmak zorunda kalacak. IMF ya da varsa eğer başka bir kaynaktan sağlanan ve birikmiş borcu ödemek için alınacak borcun geri ödenmesini sağlamak için eskimiş, yıpranmış bir liderle mi devam etmek gerekecek yoksa, 2001 koşullarında olduğu gibi, yeni, topluma umut vaadeden bir liderin çıkışını mı tercih edecek. Erdoğan hala yüzde 40’a yakın bir oy tabanını kontrol edebiliyor. 450 milyar dolar civarındaki borcun ödenebilmesi için içeride istikrar gerekeceğini, bunu da ancak kendisinin sağlayabileceğine Batı ve ABD’yi ikna etmeye çalışacak.
Erdoğan tek başına hükümet kurduğu 2002 seçimlerinden bu yana Batı tarafından desteklenen bir lider oldu. Bu destek 2010’lara kadar genellikle sorunsuz işlerken, bundan sonra daha karmaşık bölgesel koşullar altında ve çalkantılı iç siyasal ortamda sorunlu seyretti, ama bitmedi. En azından 31 Mart seçimlerine kadar.
En başından belirtmek gerekir ki hem Türkiye hem de dışarıda Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerinin çok sorunlu, kriz ortamında bulunduğu gibi iddialar gerçekçi değil. Bu yorumlar Türkiye’de Erdoğan’ın Batı ve ABD’ye dik duran lider olarak göstermek, ABD’de ise en küçük sorunu kriz havasına sokup üzerinde baskı oluşturmak için yapılıyordu.
ERDOĞAN’IN DEĞERİ NEREDEN GELİYORDU?
Erdoğan’ın gücü ve onu değerli kılan özelliği onun 17 yıl boyunca tek başına yüzde 40 civarındaki bir seçmen kitlesini kendisine bağlı tutabilmesiydi. Bu, kendisinden sonraki en yakın rakibine, kapanması çok zor olan en az yüzde 15 civarında bir oy farkıydı. Türkiye’de son yirmi yıldır kendi seçmen kitlesini oluşturup, onu ne yaparsa yapsın sorgulamadan takip eden başka bir lider çıkmadı. Erdoğan’ı ABD gözünde değerli kılan, hatta ona zaman zaman hareket alanı kazandıran temel etken bu oldu.
Batı açısından en az bunun kadar önemli olan husus Erdoğan’ın iç siyasetten aldığı bu gücü nasıl kullandığıydı. Şunu hemen belirtmek gerekir ki bütün kriz anlatısına rağmen Erdoğan hep sistem içi bir lider olarak kaldı. Paradoksal olarak Batı karşısındaki gücünü de sistem içi olmasından, Batı sisteminin görece uyumlu bir parçası olarak hareket etmesinden aldı. ABD’ye gerçekten direnen Venezuela’da yaşananlar sistem dışı olan aktörlerin başına neler geldiğinin fazla yoruma gerek bıraktırmayacak kadar açık bir örneği. Erdoğan dış politikada sınırlarını hep bildi. Çin’den füze almaktan vazgeçti, Gazze’ye hiç gitmedi, Mavi Marmara olayını 20 milyon dolara kapattı, Fırat’ın Doğusuna girme söylemi hiç hayata geçmedi, Trump Brunson’u isteyince, Merkel gazeteci Deniz Yücel için bastırınca konuyu uzatmadı. Gülen’in iadesi gibi konular ise ilişkilerde hiçbir zaman merkezi bir yer tutmadı. Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki bir özerkliğe yaklaşımını ise ABD doğrudan Erdoğan ile ilişkili bir siyaset olarak görmüyor. Bu zaten daha AKP kurulmadan önce bile Türkiye’nin geliştirmiş olduğu bir refleks ve Erdoğan olmasa da bu politika devam eder.
Şu anda bir tek Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze sistemi alması ABD açısından ciddiye alınan bir konu. O yüzden de Erdoğan ya bu füzeleri almaktan son anda vazgeçecek ve bunu Patriot sistemlerini daha uygun koşullarda almak için bir pazarlık unsuru olduğu anlaşılacak ya da S-400’lerin F-35 uçakları ve Patriot sistemine etki etmeyecek şekilde alınmasına ve aktive edilmemesi gibi bir yola gidecek (Yunanistan S-300 modeli). Böylece Ruslarla da dengeyi tamamen bozmamış olacak.
Erdoğan’ın değeri aynı zamanda siyaseten birbirine zıt pozisyonlar alabilmesinde yatıyor. Batı sistemi bu tür liderleri her zaman tercih eder çünkü ideolojik olarak esneyebilme kapasitesi iş yapabilme, uzlaşabilme anlamına da gelir. Dahası Erdoğan bu savrulmaları genellikle oy kaybına uğramadan atlatabildiğini de kanıtladı ki, bu özelliği de Batı’daki merkezler tarafından göz önüne alınıyor.
Ama daha önemlisi her döneminin ana siyasal eğilimini yakalayıp kendisini ona uyarlayabilmesiydi. 2000’lerde Ortadoğu’da demokratikleşme dalgası başlatacak bir dönüşümün aktörü olarak öne çıkarken, 2013 sonrası ve özellikle Trump sonrasında yükselen sağ/popülist/otoriterleşmenin temsilcisi olabildi. Bush ve Obama döneminin içeride ve dışarıda demokratikleşme, sivil toplumun güçlenmesi, askeri yapıların geri çekilmesi gibi uygulamalarının yerini, Trump döneminin ötekileştirici, kutuplaştırıcı siyaseti aldı ve bu siyasetin Türkiye ayağını oluşturdu.
Erdoğan Türkiye ABD/Batı ilişkilerinin en temel dinamiğini olan küresel kapitalist sistemle entegrasyonu en üst seviyeye taşıdı. İç ve dış politikadaki yalpalamalarının tersine, iktidarları boyunca en tutarlı olduğu alan hep neoliberal ilkelerden ödün vermemesi oldu. Örneğin, azılı bir özelleştirmeci olduğu kadar bunu, seçmeniyle kurduğu özel bağ sayesinde büyük tepkiler doğurmadan görece kolay gerçekleştirebiliyordu.
Dahası, kimlik siyasetine dair tartışmalar gündemde daha geniş yer tutarken, hızını kesmeyen tüketim artışı, her kesim ve ideolojiden insanın son aşamada bu tüketim ağının içine sokulabilmiş olması, dış borcun artması ve ekonominin artan dolarizasyonu, milli parayla dış ticaret yapma söylemine rağmen dış borcun sürekli artması Erdoğan’ı değerli kılan unsurlardı.
ERDOĞAN’A DESTEK DEVAM EDER Mİ?
Erdoğan Türkiye koşullarında ideolojik ve toplumsal olarak kurabilecek en güçlü ittifak olan İslamcı-milliyetçi bir koalisyonla ve elindeki bütün anti-demokratik araçları kullanarak girdiği bir seçimi kaybetti. Bu durum Erdoğan’ın gücü ve ikna kapasitesi hakkında ciddi sorunlar yaratacak. Ekonomik büyüme ve dış destek koşullarında yönetmeye alışmış olan Erdoğan bundan sonra ekonomik küçülme, kemer sıkma ve kendi seçmeni de dahil halkın memnuniyetsizliğinin giderek arttığı bir ortamda yönetmek zorunda kalacak.
Bundan sonra Batı ve ABD şunun hesabını yapmak zorunda kalacak. IMF ya da varsa eğer başka bir kaynaktan sağlanan ve birikmiş borcu ödemek için alınacak borcun geri ödenmesini sağlamak için eskimiş, yıpranmış bir liderle mi devam etmek gerekecek yoksa, 2001 koşullarında olduğu gibi, yeni, topluma umut vaadeden bir liderin çıkışını mı tercih edecek.
Erdoğan hala yüzde 40’a yakın bir oy tabanını kontrol edebiliyor. 450 milyar dolar civarındaki borcun ödenebilmesi için içeride istikrar gerekeceğini, bunu da ancak kendisinin sağlayabileceğine Batı ve ABD’yi ikna etmeye çalışacak. Geçenlerde gazetecilere sorduğu soruyu muhtemelen Batı çevrelerine de soracak: “ben gidersem yerime kimi koyacaksınız.” Bu kez ekonominin kötüye gitmesini bir pazarlık unsuru olarak kullanacak. “Artan rahatsızlığı bir tek ben kendi kitlemi ikna ederek, muhalifleri de baskı altında tutarak kontrol altında tutabilirim ve borcun geri ödemesini garanti edebilirim” diyerek hem dış hem de iç sermaye çevreleriyle yeni bir pazarlığı deneyecek. Batı merkezlerini kendi yarattığı ekonomik ve siyasal krizi yine kendisinin yönetebileceğine inandırmaya çalışacak Bunun için de muhtemelen başta maliye bakanı olmak üzere ekonomi yönetimini kapitalist mantığın gerektirdiği bir şekle sokacak ve iç ve dış sermayeye güven tazelemeye çalışacak.
İkna sürecindeki en büyük sorunu ise 31 Mart seçimlerinde kritik büyük şehirleri kaybetmesiyle kendisini gösteren halkı ikna etme kabiliyetinin giderek azalması olacak.