Kontrolsüz gücün kendine ettiği
Düşünün muhalefetsiniz; milyonlarca dolarlık medyanız var, sabahtan akşama sizin söylediklerinizi yayınlıyor, her mahallede miting yapıyorsunuz, bütün devlet imkanları da size tahsis edilmiş. Bu imkanların hepsine sahip olsanız bile, bu seçim kampanyasında ve özellikle son bir haftada Erdoğan’ın kendi otoritesine ve karizmasına verdiği hasarı yaratabilir miydiniz?
“Kontrolsüz güç, güç değildir”. Hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum. Bir zamanlar bir otomobil lastiği markasının, ürünün fren kabiliyetini öne çıkartmak için seçtiği çok başarılı bir reklam sloganıydı. Bir reklam sözü olarak olduğu kadar, her zaman ve bugün yaşananlar üzerinde düşünürken de işe yarar bir laf. Meseleye demokrasinin faziletleri, denge ve denetleme mekanizmaları ya da temsili demokrasi ütopyası açısından bir soyutlama olarak bakmaktan bahsetmiyorum. Doğrudan güç öznesi açısından bakıldığında da slogan -hele bugün- daha anlamlı hale geliyor. Şöyle özetleyebiliriz: Sadece taraftarları değil, rakipleri tarafından da yenilmez güç ve her şeyi belirleme, değiştirme yeteneği atfedilen bir siyasi otoritenin, kendi attığı veya mecbur olduğu adımlarla nasıl zafiyetini saklayamaz hale geldiğini izliyoruz. Frenleri alınmış bir iktidarın karşısına çıkan değil, gidip özellikle çarptığı duvardaki halini seyrediyoruz. Bu çok özel ve görülmemiş bir örnek de değil, hatta tarihte ve dünyanın çeşitli yerlerindeki pek çok benzer güç yığılmasında yaşanan bir tekrar.
Düşünün muhalefetsiniz; milyonlarca dolarlık medyanız var, sabahtan akşama sizin söylediklerinizi yayınlıyor, aylar boyunca her mahallede miting yapıyorsunuz, dünyanın en süper siyasi hatipleri, en dirayetli liderleri sizde, bütün devlet imkanları da size tahsis edilmiş. Bu imkanların hepsine sahip olsanız bile, bu seçim kampanyasında ve özellikle son bir haftada Erdoğan’ın kendi otoritesine ve karizmasına verdiği hasarı yaratabilir miydiniz? Erdoğan’ın 15 bin oy farkını küçümseyerek gösterdiği zafiyeti 1.5 milyon farkla göstermek mümkün olur muydu? İktidarın içine sokacağınız yetenekli köstebekler, Truva atları, Erdoğan’ı kimsenin anlam veremediği “beka davası” zorlaması, “Ne olur bize ders vermeyin” yakarışları ve “ekmeği sonra buluruz” avunmasıyla yürüyen bir kampanyaya ikna edilebilir miydi? Mükemmel bir seçim makinesi olduğu iddia edilen efsane bir parti teşkilatından her gün birinin çıkıp -saçma sapan iddialarla- üzerine benzin dökerek kendini yakması sağlanabilir miydi? Mızıkçılık kendi performanslarından daha iyi ifşa edilebilir miydi? En gözü dönmüş rütbeli tetikçilerin dahi “bu kadar olmaz” demesi mümkün olur muydu?
Sanmıyorum. Bütün bunları ancak Erdoğan ve onu çevreleyen koalisyon aklı ve onların mecburiyetleri, göz kamaştırıcı performansları becerebilirdi. Bütün bunları, frenleri, sigortaları alındığı gibi, dümeni de kilitlenmiş “kontrolsüz güç” yapabilirdi. Önce kendi hikayesini, sonra geleceğini yitirmiş olan bu güç, şimdi dengesini, ardından da zeminini kaybediyor. Üstelik bunun çok büyük bir kısmını kendi eliyle yaptı, en azından hızlandırdı. Kontrolünü kaybettikçe gücünü, gücünü kaybettikçe kontrolünü feda ettiği bir anaforun içinde dönüp duruyor. Mesele, “insanın kendine yaptığını kimse yapamaz” sözüyle tarif edilecek bir basiret ve aymazlık sorunu veya bir “akıl tutulması” da değil. Erdoğan ve iktidar için özellikle 2012’den sonraki pek çok olayda – Gezi sırasında çokça- “akıl tutulması” metaforu kullanıldı. Eğer, bu kadar uzun süren bir akıl sorunu varsa, kronik bir rahatsızlık teşhisi gereklidir ve daha çok hekimliğin alanına girer. Fakat sorun akıl ve idrak sorunu olmaktan çok, yapısal ve zorunlu bir kriz, mecburiyetlerle bezeli bir yolculuk gibi duruyor. Yaşananların seyri de konjonktürel ve stratejik etkilerden daha belirleyici başka unsurları işaret ediyor.
Bu köşede de defalarca yazdım. AKP’nin Erdoğan etrafında kişiselleştirilmiş iktidarı, hem iç dengesi hem toplumsal tabanı hem de kapasitesi bakımından neredeyse on yılı bulan bir süredir yavaş ve düzenli işleyen bir krizin içinde sürükleniyor. Türkiye’yi teğet geçmiş olsa da baskın küresel ekonomik tercihleri zorlayan 2008 dünya krizi sonrasında, AKP’yi önüne katarak iktidar yapan ve bol-ucuz para ile yükselten trendin sonuna gelinmiş, bunun geçici bir değişim olmadığı görülmüştü. AKP hikayesinin “kalkınmacı” ayağı sekmeye başladığında, refah vaadinin önüne konulacak göstermelik “adalet” fikri anlamsız, özgürlük bir kesim için özel lütuf haline geldi. Eş zamanlı olarak devlet ve ekonomideki güç kliklerinin örtülü geriliminin açığa çıkardığı restleşme imkanları geçici bir enerji üretti ama çare olmadı. 2011 senesinde AKP’nin aldığı zirve seçim başarısı, iktidarın Erdoğan etrafında şekillenmeye başladığı yapısal krizinin de geri dönülmez başlangıcını oluşturdu. Bu tarihten sonra dalgalı bir grafik halinde görüntülenen ama aslında yavaş ve düzenli bir gerileme içeren süreç işlemeye başladı.
Bu tarihten itibaren kendisi ve iktidarı için endişesi sürekli tazelenen Erdoğan, kaybettiği hikayesini biriktirdiği güçle telafi etmeye çalıştı. Bu açıdan bakıldığında sonraki yıllara -ittifak değişiklikleriyle- damgasını vuran kutuplaştırma siyaseti, bir niyet değil mecburiyet olarak ortaya çıktı. 2012 MİT krizi, 2014’deki 17-25 Aralık, 2015 yılındaki iki seçim ve 2016 darbe girişimi serisi, Erdoğan’ı Bahçeli tarafından hediye edilmiş görünen -ama aynı zamanda mahkumiyet olan- “başkanlık” çıkışına götürdü. 2017 referandumundan bu yana, Erdoğan’ın kendisi için garanti gördüğü veya kendisine güvence olarak sunulan milliyetçi-muhafazakar sağ çoğunluğa bile kabul ettiremediği zorlamayı izliyoruz. Atı alarak geçilen Üsküdar’dan ileri bir türlü gidilemediği gibi, gizli bir ajandada yazılı sağlam bir rejim planı da hâlâ ortaya çıkmadı. Uydurulan “Güçlü Türkiye” sloganı da, “gideceğiz ama vallahi tutuyorlar” bahanesi yüzünden yeni bir hikayeye dönüşemedi. İçine girdiği, içinde sürüklendiği krizin kendisine müdahale edemeyip sonuçlarını yavaşlatmayla idare eden Erdoğan iktidarı, “başkanlık cenderesi” gibi yine Bahçeli hediyesi olan “beka davası” söylemiyle de sonuç alamadı.
2017’de referandum süreciyle birlikte Gazete Duvar’da başladığım yazılarda, AKP’nin konjonktürel etkiler yanında yapısal bir krizle karşı karşıya olduğuna değinmeye çalıştım. Bazen, at yarışına verdiği tüyo çıkmamış tahminci muamelesi gördüğüm, bazen mesnetsiz iyimser olarak etiketlendiğim, arada sırada da daha sevimsiz ithamlarla karşılaştığım da oldu. “Hani yine olmadı”, “adam kazandı” diyen az değildi. Ancak, bir milat olmasa bile, 31 Mart tablosunun -özellikle de iktidar cenahında yarattığı etki açısından- iktidarın yapısal gerilemesini doğruladığını düşünüyorum. Bu anlamda da, rejim değişikliği görüntüsüne, bariz yıkım tablosuna rağmen, mevcut iktidarın geleni değil, gideni temsil ettiği fikrimi sürdürüyorum. Hatta endişeleri büyüten baskı ve saldırganlığın da artan değil, zayıflayan gücün eseri olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden zayıflama nedeniyle “yumuşama” bekleyenlere fazla katılamıyorum. Gerilemenin yavaş ve düzenli işleyişinin ivme kazandığını, daha görünür olduğunu izliyorum. Erdoğan artık gerçekten yüzde elliyi -gidecek bir yerleri olmasa bile- kendi evinde tutamıyor. Oluşan tabloda ekonomik kriz konjonktürünün önemini ve muhalefetin taktik performansını hafife aldığımı söyleyebilecekler için de; “evet önemli” demiş olayım. Ancak, muhalefet perspektifini gelmekte olan yerine, gidene göre değiştirme gereğini de not edeyim.
Erdoğan’ın ve onu yedekleyen iktidar güçlerinin ölçüsüzlüğünden duyulan endişe defalarca kanıtlandığı üzere son derece haklı. Erdoğan’ın Rusya’ya giderken -YSK’ya da ayar vererek- kestiği racona anlam yüklemek de son derece anlaşılır. Ancak, şartlar ve biraz uzun süren kilitlenme yüzünden, Erdoğan’ın bütün çıkışlarını göründüğü ve ilk anlamıyla kabul etmenin de tehlikeli bir alışkanlığa dönüştüğü söylenebilir. Mesela Erdoğan’ın havaalanında yaptığı açıklama, muhalefetin üstüne alınacağı sözler diye de okunabilir, ucunu bıraksa dağılacak kapı eşiğinde bekleyen tabanına veya teşkilatına mesaj olarak da. YSK’ya mutlaka yerine getirmesi için verilmiş talimat olarak da değerlendirilebilir, bir çıkış kapısı açma girişimi olarak da. Meydan okumak ile, kuyruğu dik tutmaya çalışmak bazen birbirine çok benzeyebilir. Henüz iktidarın nasıl karşılık vereceği netleşmeyen 31 Mart, çok kişinin ayak diremesine rağmen ezberlerin iktidar eliyle yıkıldığı bir şekilde ilerledi. “Kesin seçimi vermez”, “çıkan sonucu kabul etmez”, “alınsa bile görev yaptırmaz”, “bunun hesabını mutlaka sorar” serisi hâlâ ısrarlı güncelliğini sürdürüyor. İktidarın hukuki, idari ve siyasi zorlamalar yapabilmesinin bir haber değeri olmadığı gibi, bir öngörü, analiz veya buluş değeri de yok. İktidar yandaşlarını bile imrendirecek zorlama yolları bulma gayretinin, “yenilmez güç” korkusunu sürekli beslemenin de gereği yok. Evet, şimdiye kadar olduğu gibi yeni acayiplikler önümüze gelebilir, Erdoğan kesinlikle rövanş imkanı arar. Ancak, her kesimde ikna zorlukları yaşansa da, güç ve zaaf gösterme makasının artık terse dönme olasılığı hiç küçük değil.