Leblebi tozu...
“Mutluluğun ölçüsünü kaçırmamak için, üzüntüyü bilinçli olarak davet edebilirsiniz. Üzüntü, hayatın kemaline ermek için gerekli.” deyiveriyor Schmid. Satırlarını şöyle bağlıyor: “Mutsuz olmayı, insan olmanın bir imkanı olarak kabullenmek.” Zor zamanlar geçiriyoruz hakikaten. Hiç kimsenin bizlere mutluluk sözü vermediği bu toprakta. Leblebi tozu öneririm...
Yine, kitap yazısından başka her şeye benzeyecek bir kitap yazısı olsun istiyorum!
Geçenlerde çok sevip saydığım bir büyüğümle çay içerken, konu neden oraya geldi tam olarak hatırlamıyorum, bir an 'leblebi tozu'ndan bahsettik. Çok sevdiğimi, küçükken bayıldığımı söyleyince, kendisinin de İzmir’de geçen çocukluğunun unutulmazlarından olduğunu, üzerine biraz şeker ekilince tadından yenmeyeceğini anlattı. Eve dönerken bir iki kuruyemişçiye uğrayıp sordum, yokmuş. Satıldığı yerler mutlaka vardır ama. Bir süredir leblebi helvası diye bir şey olduğunu biliyor ve arada bir dayanamayıp alıyorum ancak leblebi tozunun yerini tutmuyor kesinlikle. Eve geldim. Aklım leblebi tozu ve çağrıştırdığı her şeyde! Başka bir şey düşünemeyecek hâldeyim. Minik hazneli bir öğütücü alet var mutfakta. Kese kâğıdının içinde bir iki avuç sarı leblebi olduğunu fark edince, zihnimde çok nadir yanan ve genellikle soluk ışık veren ampul canlandı ve o sarı leblebileri öğüterek leblebi tozu elde edebileceğimi düşündüm. Bu müthiş buluşumdan ötürü kendimle gurur duyarak, leblebileri aceleyle o küçük hazneye doldurdum ve düğmesine basarak bir iki saniye içinde toza dönüşmesini izledim. Ardından tozu, dökülmemesine azami gayret sarf ederek küçük bir kasenin içine boşaltıp çay kaşığıyla iyice sıyırdım. Tatlı kaşığını kaseye daldırdığımdaki heyecanımı anlatamam. İlk kaşıkta yaklaşık kırk yıl öncesine dönmek, nasıl anlatılır bilmiyorum...
Bana hiçbir şey kazandırmayan ortaokulumun karşısında küçük bir kuruyemişçi vardı ve sahibi olan amca son derece sevimli biriydi. Benim için ortaöğretimin en iyi yanı o kuruyemişçiydi. Kâğıttan yapılmış külaha koyuyordu leblebi tozunu. Sevimli yaşlı adam leblebi tozu satarken Türkiye’nin İçişleri Bakanı kimdi acaba? Kabinedeki bakanlar? İSKİ genel müdürü? Belediye başkanları? Üniversite rektörleri? İnternete bakmak gerek bu isimler için. Anlamsız işler. Kuruyemişçiyi hatırlayınca babamın dükkanını, baba evini, Haliç kıyısını hatırladım. Nasıl bir leblebi tozuysa! Herhalde bu yazıyı okuyan herkesin bir kez denemişliği vardır; yemesi çok zordur leblebi tozunu. Yutamazsınız, konuşamazsınız. Fakat çok lezzetli işte. Bir de çok basit hakikaten. Gerçi evde yapılabileceğini fark etmem kırk yıl aldı ama bu leblebinin hatası değil!
Çok basit şeylerle, ucuz eşya ve kılık kıyafetle, arkadaş sohbetleriyle mutlu olunan bir çağ var. O çağın insanları. Mutluluğun kolay olduğu zamanlar. Yaş aldıkça giderek zorlaşıyor sanırım. Öncelikle hiçbir şey olmayacağını, hep yaşayacaklarını sandığınız insanları kaybediyorsunuz. Okul, iş, güç, patron vesaire. Her geçen gün daha da karmaşıklaşıyor insanın yaşamı, sorumluluğu artıyor. Ülke koşulları çok belirleyici tabii ruh hali üzerinde. Bir süredir, neredeyse tanıdığım herkes mutsuz. Kaygılı. Yılların doğal olarak getirdiği ağırlığın dışında bir yük var omuzlarında. Bir de benimki gibi bir iş yapanlara başka bir yansıması oluyor söz konusu durumun. Bir doktor gören nasıl rahatsızlıklarından bahsetmeye başlıyorsa, sizinle sohbet eden de bir süre sonra kaçınılmaz biçimde “Ne olacak halimiz?” deyiveriyor. Nereden bileyim ne olacak! İşte o anlarda bir kaşık leblebi tozu olsa ve konuşmakta zorluk çeksem diyorum! Düşüncenizi söylüyorsunuz. Fakat karşınızdaki insan inatla karamsar bir şeyler duymak istediğinden bir müddet sonra yüzünüze, “Alıklaştı iyice bu adam herhalde” diyen bir ifadeyle bakmaya başlıyor. Mutsuzluk, endişe böyle bir şey zira. Her duygu gibi destek almak istiyor, pohpohlanmak. “Her şey rezalet, berbat hâldeyiz” ifadelerini duymak isteyene, “Dur bakalım hele, gün doğmadan neler doğar” dediğinizde, canı sıkılıyor. Memleket, sohbet edip düşüncelerini paylaşmak değil de, daha ziyade onaylanmak isteyenlerin toprağı malum. Sırf o onaylanmak isteği ve size yönelmiş küçümser bakış, ayrı bir hikâyenin konusu olabilir! Hatta olur belki...
Gerçi şu son seçim biraz umutlandırdı, mutlu etti insanları. 1 Nisan’dan itibaren yüzler gülüyor. Ancak seçim/sayım işleri bir türlü bitirilemediği için tam bir rahatlama da mümkün olamadı. Herhangi bir mutluluğu ‘tam’ yaşarsa, insan Türkiye sınırları içinde olduğunu nasıl idrak eder sonra değil mi?! Yine de yüzlerin gülmesi iyi bir şey tabii. Basit, leblebi tozu kıvamında mutluluklar yaşamayalı çok oldu bir kesim. Kişisel olarak, özellikle 2013’ten itibaren neredeyse ‘sıradan’ bir gün yaşamamışım gibi hissediyorum. Çok yorucu bir durum. Yaşamı olağan akışı içinde devam ettirmek mümkün olamıyor haliyle.
Örneğin son dokuz günümü, bulduğum her fırsatta internete girip bitemeyen seçim sonuçlarıyla ilgili bir şey olup olmadığına bakarak geçirdim. Oysa meslek hayatıma, kuramsal bir takım çalışmalar yapma umuduyla başlamıştım! İlk gün niyetlendiğim gibi olmadı, başka yere yöneldi ve bunun anlaşılabilir bir yanı var kuşkusuz, ancak günlerce şöyle bir saçmalığı takip etmeye çalışmak da şart değildi doğrusu! Tamam gül bahçesi beklediğim, beklediğimiz yok da, insanın sevdiği şehir çeyrek yüzyıl Gökçek tarafından yönetilince, o çeyrek yüzyılın en belirleyici siyasetçilerinden biri Devlet Bahçeli olunca... Süleyman Soylu adlı bir kişi var, misal! Ne garip. Yorucu hakikaten.
Diyorum ya, öleceğiz ve öte dünyada ‘Ne yaptın?’ diye sorarlarsa, “Vallahi Arınç, Gökçek , AKP, Soylu, Bahçeli... öyle geçti işte” diyeceğiz. Bu nasıl bir çile?! İnsanlar hangi yolla mutlu olsun Allah aşkına? Devletin ve toplumun bir kesimi nezdinde, memleketteki tüm muhalif akademisyenlerin toplamı, Sedat Peker kadar prestij sahibi değil! Son yıllarda en çok işittiğimiz ifade ‘bedelini ödeyecekler’ değil mi? İyi kötü düşünebilen bir insana, şu koşullarda ‘huzur’ ve ‘mutluluk’ önerilebilir mi? Belki de, sırf ‘benzer biri olmamak’ dahi tek başına moral vesilesi sayılabilir artık, ne dersiniz? Düşünsenize, doğmuşsunuz, büyümüşsünüz, yaşamışsınız yaşamışsınız yaşamışsınız, sonunda vardığınız nokta Burhan Kuzu! Olup bitene iyi yanından bakmak için hiçbir fırsatı harcamamak gerek..."
Eş dost bir araya geldiğinizde, güncel siyasi gelişmeler dışında bir şey konuşabiliyor musunuz? Karşı siyasi görüşten, sağlıklı insani diyalog kurabildiğiniz kaç arkadaşınız var? İnternette on dakika dolaşıp başına ağrı girmeyen?
Yine de inadına ‘İyiyim’ diyorum, çünkü bu bir prensip! Böyle boktan prensip mi olur, demeyin, olur tabii! Çok az prensibim var zaten, onlara uymaya çalışıyorum. Bana kalırsa aşırı sayıda prensip sahibi olmak, hem olanı hem karşısındakileri çok yoran ve bir süre sonra o ‘prensipler prensini/prensesini’ riyakâr hale getiren bir durum. Bu yüzden yıllar içinde prensiplerimi üçe beşe indirip rahat ettim! Hararetle tavsiye ederim.
Masamın üzerinde Selahattin Demirtaş’ın ikinci hikâye kitabı duruyor şu anda. Devran. Dürüst, yetenekli ve nitelikli bir siyasetçi/insan Demirtaş, cezaevinde, iki küsur yıldır. Küsur! Ne korkunç bir sözcük. Oradan, Edirne’den, benim çalışma masama moral oluyor. Ketıl ile Türkiye siyasetine yön veriyor bir yandan da. Hemen okumak istiyorum. Buyurun size yeni bir meşgale. Gel de ‘canım sıkkın,’ de şimdi!
Son zamanlarda, sıkıcı gündem arasında bana en çok moral veren ve eğlendiren kitaplar, Wilhelm Schmid’in ‘serisi’ oldu. Daha önce iki kitabından söz etmiştim Gazete Duvar’daki kitap yazılarında. Bugün de “Mutsuz Olmak–Bir Yüreklendirme,” var sırada. İletişim’den. Serinin diğer kitaplarını da çeviren Tanıl Bora Türkçeleştirmiş, Turgut Demir resimlerini çizmiş.
Sonraki yazılarda diğer kitaplarında da söz edeceğim Alman felsefeci Schmid, şunu yapıyor kitaplarında: Aslında herkesin düşündüğü şeyleri, yaşadığı sorunları, duyguları, belli başlıklar altında sorguluyor. Her şeye başka bir açıdan da bakılabileceğini hatırlatıyor ve bunu arkadaşça yapıyor. Dili buyurgan değil. Yani örneğin, ”Mutsuzum demek, mücadeleye en büyük ihanettir... höt höt zöt...” nevi, düşünce aleminin daire başkanı pozları takınmıyor. Sakin bir insan! Haliyle, ‘düşünce ve ifade etmenin eyleminin genel müdürlerinin’ cirit attığı bir toprakta insana iyi geliyor.
Yazarın derdi, insanların sürekli mutlu olmaları gerektiklerine inandıkları bir çağda yaşamaya mahkum edilmiş olmaları. Her şey buna göre dizayn edilmiş durumda. Mutlu olmak zorundasın, yoksa hayat yaşamaya değmez. Hâl böyleyken, mutsuz insan kendisini suçlamaya başlıyor.
“Mutluluk diktatörlüğü tehdidi, mutsuz olmaya pek alan bırakmıyor. Mutluluğun insan hayatındaki mutlak egemenliğinden şüphe duyan herkes suratına sert bir rüzgâr yiyor. Keskin bir karamsarlığın can sıkıcı bir şey olduğu doğrudur. Lakin kışkırtıcı bir iyimserlik de her zaman keyifli olmaz,” ve “Ne kadar çok insan, sırf mutlu olmaları gerektiğine inandıkları için mutsuz oluyordur acaba?” Kuşkusuz hepimiz mutlu olmak istiyoruz, ancak şu ‘mutluluk methiyeleri’ çok fena değil mi hakikaten sizce de?
Yine yazara bırakayım sözü:
“Mutluluk, hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan. Mutluluğun sınırları vardır ve hayattan haddinden fazlasını istemek anlamsızdır.” Ayrıca, başarı bir zorunluluk değildir ve başarısızlık hep bir ihtimaldir. Eh tek başımıza değiliz ki şu yeryüzünde ve tarih de bizimle başlamadı değil mi: “İnsanlık tarihinin kitabında mutluluk bölümü pek ince, geri kalan bölüm pek kapsamlıdır.”
Yazar, bize zerk edilmeye çalışılan yaygın kanaatin aksine, insan hayatındaki esas meydan okumanın, mutlu olmak değil; mutsuz olmakla baş etmek, onu sindirmek ve ona dayanmak olduğunu, asıl zorluğun burada baş gösterdiğini hatırlatıyor.
Hakikaten de, mutluluk biraz da tesadüfi bir şey aslında. Talihsizlik ve mutsuzluk ihtimali her zaman daha fazla. Schmid 17'nci yüzyıl filozofu Blaise Pascal’a atıf yapıyor burada: “Dünyadaki bütün talihsizlikler insanların evlerinde oturmamalarından doğar.” Harika. O evden çıktığın, yani yaşamaya niyetlendiğin anda mutsuzluk ve talihsizlik ihtimallerini göze alıyoruz: "Asıl büyük yaşama becerisi, talihin gölgeli yanında lazımdır insana, gökten bahtsızlık yağarken, herhangi bir şeyi kabullenmek zor geldiğinde."
Yaşadığımız koşulların ve tabii kapitalizmin dayattığı, içselleştirdiğimiz şeylerden mustaribiz. Fazla talepkâr, zevk peşinde, her daim neşe aramak; mutsuz olmanın en kesin yolu! Yazar bu saplantılı durum yerine, herkesin önündeki iyi yapmaya çabalamasının çok daha doğru olabileceğinin altını çiziyor, ısrarla. Yenilgi, başarısızlık ve kızgınlıkların kaçınılmaz olduğu bir yaşamda, “hayatın bereketi sadece olumlu şeylerden ibaret değildir,” ilkesi bizi biraz rahatlatabilir. Bir de tabii, şu “Hep ileri bak, ileri, daha ileri” diye tutturan, vizyon ve misyon sahibi zevzeklerin katlanılmazlığı. Zira “Hep ileri bak” demek, geride kalanlardan bir şey öğrenmeye niyeti olmayanların şiarıdır. Hep ileri bakacaksam, neden yaşıyorum, alık mıyım ben!
“Mutluluğun ölçüsünü kaçırmamak için, üzüntüyü bilinçli olarak davet edebilirsiniz. Üzüntü, hayatın kemaline ermek için gerekli.” deyiveriyor Schmid. Satırlarını şöyle bağlıyor: “Mutsuz olmayı, insan olmanın bir imkanı olarak kabullenmek.”
Zor zamanlar geçiriyoruz hakikaten. Hiç kimsenin bizlere mutluluk sözü vermediği bu toprakta. Leblebi tozu öneririm...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI