Olağanüstü seçim, olağanüstü itiraz: Diktatörlük yolları
Gelinen noktada mesele basitleşiyor, rejimin inşa sürecinde anayasal denetim mekanizmalarını tanımadığını iddia eden, bunu yaparken milli iradeye dayanan iktidar; milli irade kendisine karşı bir denetim yolu olarak çıktığında onu da tanımıyorum diyebilecek mi yoksa diyemeyecek mi?
Seçimler çok uzun bir zamandır, temsili demokrasinin bir mekanizması olmaktan çıkmış, bir diktatörlük onay mekanizması haline gelmişti. Diktatörlük en klasik tanımıyla olağan normatif düzen, olağan kurallar içinde çözülemeyecek düzeyde bir krizin aşılması için yetkilerin olağan kuralları askıya alabilecek yetkiyle donatılmış bir kişi veya kuruma devri anlamına gelir. Türkiye’de 7 Haziran’da AKP’nin tek başına iktidar çoğunluğunu kaybetmesinden itibaren temsili demokrasinin değil, diktatörlük kurumunun yapı taşı haline getirilmekteydi. 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından 1 Kasım 2015’te yeniden seçimlere gidilmesine varan süreçte Türkiye büyük bir çatışmanın içine sokulmuş, ülkenin her yerinde bombalar patlamış ve zorun, rızanın yerine geçmesi bu biçimde örgütlenmişti.
15 Temmuz 2016’da Fethullah Gülen çetesinin darbe girişimini "Allah’ın lütfu" olarak adlandıran Erdoğan rejimi, 20 Temmuz’da olağanüstü hal ilan etmiş ve zaten uzun bir zamandır ülkenin içinden geçtiği olağanüstülük durumu resmi olarak da ilan edilmişti. Fakat bu olağanüstü hal atipikti. Çünkü anayasal sınırlar içinde kalmadı. Açık bir diktatörlük kurumu olarak gelişti. Türkiye’nin bütün sınırlayıcı kurumları, yasama organı, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Adliyeler, İdare Mahkemeleri’nin içleri boşaltıldı.
ANAYASAL DEMOKRASİNİN ORTADAN KALDIRILMASI
Yasama organı, hükümetin parmak kaldırma indirme antrenmanı sahasına dönüştürüldü. Parlamentonun bütün denetim yolları, fiili ve yasal araçlarla elinden alındı. Anayasa Mahkemesi, Olağanüstü Hal Kararnameleri ile ilgili içtihadından vazgeçip hiçbir koşulda bunları inceleyemeyeceğine, bunların maddi olarak OHAL KHK’si olup olmadığına da bakamayacağına karar verdi. Dolayısıyla OHAL rejimi hiçbir anayasal sınırlamaya bağlı olmayacak bir fiili diktatörlük haline gelmişti. Adliyeler, cumhurbaşkanına hakaret suçlamalarından ceza vermekten zaman bulduğu sıralarda, kişisel sosyal medya hesaplarında başka ne suçlar var, hangi muhalifler hangi otellerde kimlerle aynı şehirde kalmışlar başlıklı iddianame labirentleri içinde salınıyordu. Ceza hukuku rejimin inşasının aracı haline getirildi. İdare Mahkemeleri, olağanüstü hal komisyonu varken görev yapamayacağına dair mutabakat sağladı. Yüksek Seçim Kurulu, 16 Nisan 2017’de kanuna açıkça aykırı olarak iki buçuk milyon mühürsüz oyu geçerli sayarak seçimin sonucunu değiştirdi, diktatörlük yolundaki bir engeli de kaldırmış oldu. Erdoğan bu konudaki itirazları, “atı alan Üsküdar’ı geçti” vecizesiyle karşılamıştı.
Seçimlerin kurumsal dönüşümünün başladığı yer de işte bu “ilkel birikim” oldu. Geçici olması tanımında olan olağanüstü halin-diktatörlüğün kalıcı bir rejime dönüştürme çabasında seçimlerin de rolü değişmişti.
OLAĞANÜSTÜ SEÇİM
24 Haziran 2018 seçimleri, 16 Nisan’ın ikinci ayağıydı. Değişikliklerin parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birleşmemesi ve adalet, içişleri ve ulaştırma bakanlıklarının seçim süreçlerinde tarafsızlaştırılması dışındaki temel rejimsel değişikliklerin yürürlüğe gireceği seçim… Bu seçimlerde zor ve olağanüstü krizler yeterli değildi. Seçim oldukça erken bir tarihe alındı, seçim mevzuatında mevcut iktidar lehine çok önemli değişikliklere gidildi. Yasayla mühürsüz oyların geçerli sayılabileceği hükme bağlandı. Kolluk güçlerinin seçim çevrelerindeki yetkileri ve kullanabilecekleri alan artırıldı. Sandık kurulu başkanlarının kamu görevlileri arasından ilçe seçim kurulu başkanınca belirlenmesi hükmü getirildi. Böylece kamuda 17 yıldır partizan bir örgütlenme gerçekleştirmekte olan, 2014’e kadar Fethullahçılara istediklerini vererek, sonrasında da diğer tarikat ve cemaatlere ne istedilerse vererek kamuda yapılanan AKP’nin bu “kamu” görevlilerini önemsediği de değişiklikten anlaşılıyor. Yasayla yapılan değişikliğin oyunun kuralının da yasa değişikliğini hızla geçiren AKP tarafından belirlendiğini ortaya koyuyor. Böylece seçimlerin bir temsili demokrasi kurumu olmaktan çıkarılarak diktatörlüğün onay mekanizması haline gelmesinin zemini hazırlandı.
Bu koşullarda, öncesinde Ağustos 2017’de sorduğum soru şuydu: AKP iktidarı devreder mi? 31 Mart seçimleri öncesinde yaratılan olağanüstü fiili durum, seçilenlerin görevlerinden alınabileceği, seçimi kazansa bile belediye başkanlarına görevlerinin yaptırılmayacağı, iktidarın bekasına muhalif kişilere oy verenlerin terör çemberinin içinde olduğu gibi açıklamalar, seçimin olağanüstü niteliğini kavramak bakımından yeterli olacaktır. Seçimi kazanan belediye başkanlarına mazbata verilmemesi, KHK’li başkanların yerine ikinci partinin kayyum başkanlarının getirilmesi gibi uygulamalara gidildi bile.
OLAĞANÜSTÜ YENİLGİ
31 Mart seçimlerinin sonucu, Türkiye’de iktidarı sınırlandıran bütün kurumların ortadan kaldırıldığı, hükümetin olağanüstü fiili bir diktatörlük biçiminde işlediği şartlarda demokrasinin ilksel denetim mekanizması olan halkın iktidarın değişimini istediğinin ortaya çıkmasıdır. Bu sonucun yan sonuçları da halkın yeni rejime ve taşıyıcılarına “hayır” demesidir. Gerek Bahçeli’nin gerek Erdoğan’ın seçim sonrasında yaptıkları açıklamanın gerekçesi de budur.
Soru devam ediyor, seçimde başkan adaylarını değil, kendini, kendi bekasını öne süren Erdoğan yenildi, peki iktidarı devredecek mi?
Seçim öncesinde de seçimin temel belirleyeni olacağı açık olan İstanbul’da Binali Yıldırım değil, Erdoğan yenildi. AKP Genel Başkan Yardımcısı uzun ve anlamsız cümlelerle olağanüstü itiraz dilekçesini verdi. Erdoğan’a bağlı memurlar olarak seçime ilişkin “görevlerini” yerine getiren İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, Ulaştırma Bakanı ve tavrını 16 Nisan 2017 plebisitinde belli etmiş yargıçlardan oluşan Yüksek Seçim Kurulu varken muhalefetin neler yapabileceğini de AKP Genel Başkan Yardımcısı Yavuz’dan dinledik. Yavuz, öyle şeyler söyledi ki Kanun Hükmünde Kararnameler ile mesleklerinden atılmış kişilerin de oy kullanamayacağına varan absürd iddialar... Yazıyı anayasa, kanunlar ve AİHM içtihadına boğacak değilim, beyefendi tartışmayı sürdürecekmiş; eğer buradan bir tartışma çıkarmayı da becerebilirlerse düşünülür.
Gelinen noktada mesele basitleşiyor, rejimin inşa sürecinde anayasal denetim mekanizmalarını tanımadığını iddia eden, bunu yaparken milli iradeye dayanan iktidar; milli irade kendisine karşı bir denetim yolu olarak çıktığında onu da tanımıyorum diyebilecek mi yoksa diyemeyecek mi? İmamoğlu mazbatasını aldı. Olağanüstü itiraza dair olağanüstü kararı kimin vereceğini de artık herkes biliyor ve muhtemel sonuçlarını da… Yolun başı ile sonunun kesiştiği yerdeyiz.