'Gaz sıkışması' mı, gaz verme mi?
Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının sadece yaşandığı andaki değil, öncesini ve sonrasını da kapsayan bir hazırlığın ve zorlamanın ürünü olduğuna kuşku yok. Bütün seçim kampanyası boyunca kurulan dil, onun taşıyıcısı medya, bu saldırının da doğrudan sorumlusu elbette. Fakat, bu üretilmiş tepki konusunda muhalefet çevrelerinde kolayca etkili olan bir endişe dalgası oluşuyor: Sahiden böyle bir tepki olabilir mi?
Resmi ağızlardan verilen açık desteklerle, sosyal medyada örgütlenen zorlama kampanyalarla Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı, ülkeye yayılan geniş bir ruh halinin sonucuymuş gibi bir hava estiriliyor. Çok değil daha birkaç yıl önce birbirlerine en ağır hakaretleri yapmış, sonra hepsini yutmuş ve unutulduğunu sanan koca koca adamlar, hafızadan, asla unutmayan halktan bahsediyorlar. Kendi ifadesinde, cenazesi kaldırılan askerle bir akrabalığı olmadığını, siyasilerin ve medyanın söylemlerinden etkilendiğini, olay anında birilerinin arkasından vursana diye bağırdığını söyleyen saldırgan hakkında olmadık hikayeler kuruluyor. İnanılması istenen kurguya göre: HDP’li seçmenin CHP’li adayları desteklemiş olması nedeniyle vatandaşta bir öfke var. HDP’liler oy verdi diye CHP Genel Başkanı asker cenazelerinden sorumlu tutuluyor, acılı insanlar da buna tepki gösteriyor. İddiaya göre; HDP PKK ile arasına yeterli mesafeyi koyamıyor; CHP de mesafe sorunlu HDP’den kendisine gelen oyların birleştirme tutanaklarından silinmesi için YSK’ya başvurmuyor; o zaman Kılıçdaroğlu askerlerin ölümünden sorumlu. Böyle bir mantık zincirini kurmak, kendiliğinden kuran bulmak zaten tuhaf ama ortalıkta böyle bir ruh halinin hakim olduğunu iddia etmek daha özel bir durum. 6-7 Eylül olaylarına katılanlar arasında, Selanik’te Atatürk’ün evinin yakılmış olduğuna inananlar olsa da, yakmaya çalıştıkları Yahudi düğmecinin bunu yapmış olacağını düşünen olmadığı açık değil mi?
Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının sadece yaşandığı andaki değil, öncesini ve sonrasını da kapsayan bir hazırlığın ve zorlamanın ürünü olduğuna kuşku yok. Bütün seçim kampanyası boyunca kurulan dil, onun taşıyıcısı medya, bu saldırının da doğrudan sorumlusu elbette. Fakat, bu üretilmiş tepki konusunda muhalefet çevrelerinde kolayca etkili olan bir endişe dalgası oluşuyor: Sahiden böyle bir tepki olabilir mi? Bu haksız kışkırtmalar karşılık üretiyor mu? Tepkinin doğal olduğu, kendiliğinden geliştiği düşünülmese bile, kışkırtmanın sahici bir sonuç vermesi olasılığı haklı bir tedirginlik yaratıyor. “Sürdürülen nefret diliyle yaratılan atmosfer” sorumlu gösterilirken, farkına varılmadan, bu zorlamayı yapanlar için ucuz bir başarıdan da söz edilmiş oluyor. Bu yüzden, saldırının hemen ardından Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’nun yaptığı türden, dünyadaki benzer örneklerde gösterilen ve gösterilmesi önerilen tepki daha sağlıklı: “Bu yaşanan şeyin gerçek durum ve hissiyatla bir ilgisi yok, dolayısıyla bundan çıkartılacak bir ders olamaz”. Bu yaklaşım sahici dinamiklere gözünü kapatmak veya olup biteni algılayamamak anlamına gelmiyor. Her türlü kışkırtma girişimi, yarattığı sonuca değil, doğrudan kendisine karşı ne yapılacağı ile karşılanmalı. Çünkü, sadece kışkırtmanın sonuçlarıyla ilgili olunması, hazırlanan provokasyonun ana amaçlarından biridir ve yaratabildiği endişe ile kendisine meşruiyet yaratır. Dolayısıyla, ilkesel olarak kışkırtmanın neticelerinden çok, sonuçsuz kalan, sonuç alamayan ve alamayacak olan bir kışkırtmadan bahsetmek daha önemlidir.
İlkesel tutum almayı bir kenara bırakıp yaşananların gerçekliğine bakınca, iktidar sözcülerinin söylediği gibi bir “tepkinin” izleri görülüyor mu? Saldırının gerekçesi olduğu iddia edilen “tepki” -aslında yıllardır ama- aylardır süren seçim kampanyasının ana temasıydı. Bugün saldırıyı meşru bulanlar, seçim kampanyası sırasında meydan meydan gezerek, yalan haberler yaptırarak, hatta bazı mizansenlerle hep bu “tepkiyi” çağırdılar, bütün sermayelerini buna yatırdılar. Buna fazla teşne olanların bir kısmında belki bir karşılık bulmuş olabilirler ama seçimin sonuçları bu çağrıların büyük bir teveccühle karşılandığını, yayılıp etkili olduğunu söylemiyor. Ankara’yı, İstanbul’u, Antalya’yı, Adana’yı, Mersin’i muhalefete geçiren, hemen her yerde iktidarı gerileten oy hareketi, iktidarın çağırdığı, kışkırttığı “tepkinin” yükselen bir dalga oluşturmadığını gösteriyor. İktidara yakın medyanın bir kısmında, AKP içindeki bazı çevrelerde ve yine iktidara yakın olduğu bilinen araştırmacıların içinde de çeşitli dozlarda bu gerçeğin itiraf edildiği değerlendirmeler görülüyor. Değil genel kamuoyunda iktidarın kendi seçmeni içinde bile bu saldırgan dilin, kışkırtmaların destek görmediği gibi, tepki de aldığı, başarısızlığın sebeplerinden olduğu daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Ayrıca seçim sürecinde, alanda ve bire bir temas halinde bir kampanya yürüten muhalefetin -çok tepki biriktirdiği iddia edilen CHP adaylarının- birkaç tezgahlanmış mizansen dışında protesto edildiğini, ciddi bir tepkiyle karşılaştığını da duymadık. Erdoğan’ın bahsettiği “gaz sıkışması” daha çok sonuç alınamamış “gaz verme” halinde kaldı.
Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıyı meşrulaştırmak için, bir toplumsal tepki havası yaratma, varmış gibi davranma, bunu imal etme gayretini, daha önce pek çok linç organizasyonunun önünde ve arkasında gördük. Bu ülke, linç güruhları yaratma konusunda çok çeşitli örneklerle zengin bir deneyim, kabarık bir sicil sunuyor. “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir” diyen Tanıl Bora’nın “Türkiye’nin Linç Rejimi” kitabı bu resmi gayet açık biçimde çiziyor. “Vatandaşın tepkisi büyük” denilerek teşvik edilen, meşrulaştırılan, organize edilen saldırıları mesaja, tehdide, hatta imhaya çevirmenin sayısız örneği yaşandı, görüldü. Ve aslında bu örneklerin hemen hepsinde -en azından büyük çoğunluğunda- sahici bir tepkinin, tırmandırılması veya yönlendirilmesinden çok, imal edilmiş güruh ve motivasyonların daha belirleyici olduğunu da gördük. Çünkü, sahici tepkileri sivriltmek, örneğin “artık ölümler olmasın, kimse ölmesin” gibi gerçek bir talebi desteklemek, linç organizatörlerinin istemediği dinamikleri de serbest bırakabileceği için elverişli bulunmuyor. Sahicileşen tepki, gerçek sorumluların da hedefe konulması riskini taşıyor. Saldırılarda görevlendirmeyle veya kendi hevesiyle yer alanlar için resmi otorite nezdindeki kabul ve destek görmek çok önemli, hatta daha önceki örneklerde gördüğümüz gibi başkalarına da bulaşabiliyor. Türkiye’de buna teşne bir toplumsal vasat ve kullanışlı bir insan malzemesi de mevcut. Bu nedenle, daha sonra da bu malzemeyi kullanmayı düşünenlerin, linç faillerini asla yalnız bırakmadıklarını, açıktan olmasa bile -bu sefer fazla açıktan- örtülü desteklerini esirgemediklerini biliyoruz. Ancak, saldırıları, saldırganlığı haklı gösterme çabasındaki asıl motivasyon, görünür failleri korumak değil, kışkırtmayı yapanların kendilerinin ihtiyaç duyduğu meşruiyetle alakalı. Bu yüzden, ileri sürülen bahaneleri toptan reddetmek, gerilim ve kışkırtma ile yaratılmak istenen atmosfere temelden karşı durmak çok daha önemli. Çok haklı olarak kışkırtmalardan duyulan büyük endişenin panzehiri de burada.