Kaldırılamayan cenazeler ülkesi
Olan bitene ilişkin haberleri ilk işittiğimde, verdiğim tepki, “E ama bu cenazeyi kim kaldırmış?” oldu. Nasıl bir hınç söz konusu olmalı ki ‘cenazeyi’ unutup histerik bir lince koşabiliyor birileri? Yıllar önce, Taybet Ana’nın cenazesi hâlâ Cizre sokaklarındayken, Ankara’daki bir gerginlikte, sözün bir ağırlığının olabileceği yanılgısına da kapılarak, “Yahu ayıptır! Cenazelerimiz hâlâ yerdeyken utanmıyor musunuz?” gibisinden bir şeyler söylemiştim.
İnsanın kendini tekrar etmesi utandırıcı bir şey; fakat olgular ve olaylar hep aynı travmatik çekirdek etrafında dönüp durunca, bir ve aynı şeyin biçimsel bakımdan özdeş tekrarları ile karşılaşınca sürekli, yeniden yasanın ihlalinin çok özel bir biçimiyle ve yeniden ‘istisna’ ile karşı karşıya buluyoruz kendimizi. Dünyevi hukuk ile ilahi hukukun iç içe geçerek birbirinin içinde eridiği, her ikisinin de sınırlarının iptal olduğu, dolayısıyla her ikisinin de bir daimi yasasızlık durumuna sürüklendiği bir istisna durumu içerisinde yaşıyoruz. Artık bütün yurttaşlar potansiyel ‘terörist’ durumunda. Bu nedenle hukuk, kimin insan olduğuna ve kimin olmadığına karar veren çıplak egemen kararın kendisine bırakmış durumda yerini. Çünkü ‘terörist’in konumu bir ceza ile karşılanabilecek bir simgesel ekonomiye, yani bir insanı yeniden insan kılacak bir negatif alışverişe izin verebilecek bir konum değil. O, bu çağın homo sacer’i; hem ilahi hukukun hem de dünyevi hukukun bütünüyle dışına atılmış bir figür. Simgesel mübadelede bir değeri, bir fiyatı yok; Edward Said’in bir ifadesiyle, kolaylıkla “harcanabilir.” Onun karşısında herkes egemen kesilir; egemenin karşısında ise herkes potansiyel homo sacer durumundadır.
Egemen şiddetin en çıplak haliyle yöneldiği bir insan, ölümün ve hayatın kayıt envanterinin dışına atılmış bir insandır; dolayısıyla bir ‘insan’ değildir. İnsani anlamda bir hayata sahip değildir belirli bir simgesel evren içerisinde. Ölmez örneğin, ‘tesirsiz hale getirilir’. Ölebilir bir varlık olmadığı için gömülemez de. Gömülemeyen ya da gitmesi gereken yere usulünce gönderilemeyen her ölü bir hayalete dönüşür. Ölüyü ölmekten men eden bir iktidar… Achille Mbembe buna nekro-siyaset adını veriyor; Foucault’nun biyo-siyaset kuramının artık açıklama gücünde olmadığı bir durumu açıklamak üzere. Artık sadece yaşama değil, bizatihi ölüme hükmetmeye çalışan, ölümle yaşamın arasındaki sınırları bulanıklaştıran, bu ikisinin sembolik birliğini ortadan kaldıran bir iktidar biçimi… Hepimize sürekli musallat olan karabasanların, hayaletlerin kaynağında da bu türlü bir ölüm rejimi bulunuyor. Kaldırılamayan her cenaze, bir hayalet olarak varlığını sürdürüyor; hem ölüler hem de canlılar, ölümle yaşam arasındaki bir belirsizlik bölgesine sıkışıyorlar. Foucault yaşamaya terk edilmek olarak okuyordu buna benzer kimi durumları; fakat içinde bulunduğumuz dönem, yalnızca yaşamın kendisine değil, ölüme de hükmetmeye çalışan iktidar yapılarını, aygıtlarını koyuyor önümüze.
Eskiden cenaze sahibine iade edilirdi. Pek dindar olmayan insanlar olarak bizler bile en nihayetinde ölüm gerçekliğini dinsel alana bırakıyorduk. İnanmaktan ya da inanmamaktan bağımsız olarak, sosyo-simgesel düzeyde ‘ölü’yü iade edeceğimiz bir yeri vardı. İşte din-devlet geriliminde ortaya çıkan şey, ölüyü ölünün sahibine bile bırakmamak yönünde beliriyor. Dünyevi iktidar dünyevi istisna halini süreklileştirirken ilahi hukukun alanına doğru da bir genişleme yaşıyor; oradaki istisnayı da kendisi belirleyerek oranın da ‘egemeni’ haline geliyor. Yalnızca kimin dünyevi hukukun dışına atılabileceğine karar vermekle kalmıyor; kimin jus divinum’un, ilahi hukukun dışına atılacağına da karar veriyor. Eskiden yukarıdan aşağıya çalışan bir makine olan devlet, artık aşağıdan yukarıya çalışan bir makineye dönüşmüş durumda. Hem dünyevi hukukun hem de ilahi hukukun mutlak istisnası olarak ‘terörist’… Psikanalitik teori ile siyasal teorinin buluştuğu zeminlerden biri olarak da beliriyor bu istisna hali. Çünkü psikanaliz bize, bir topluluğu bir arada tutan şeyin, o topluluğun ‘normal’ gündelik yaşamını düzenleyen kamusal ya da simgesel yasayla bir özdeşleşme değil de Yasanın ihlalinin özel bir biçimiyle özdeşleşme olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Yasa, normatif alanı düzenleyen bir şey olarak belirmiyor; herkesi aynı anda hem potansiyel terörist haline getiriyor, hem de potansiyel egemen haline. Bu da yasayı neredeyse daimi bir askıda olma durumuna itiyor. Bu biçimiyle egemenlik ancak yasanın ihlaliyle işleyebilir bir şeydir çünkü. Dolayısıyla istisna zaten ikili bir istisna olarak beliriyor. Bu ikili istisna durumunu ne ilahi hukuk kuşatabiliyor ne de dünyevi hukuk. Bizlerin, hâlâ canlı olanların kendilerini canlı cenaze gibi hissetmelerinin siyasal anlamıdır bu; yine aynı şekilde ölülerin sosyo-simgesel düzeyde ölememiş olmalarının, dolayısıyla birer hayalete dönüşerek bu dünyaya musallat olmalarının da siyasal zemini bu: Bir türlü kaldıramadığımız cenazeler.
Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı bir de buradan okumak mümkün. Olan bitene ilişkin haberleri ilk işittiğimde, verdiğim tepki, “E ama bu cenazeyi kim kaldırmış?” oldu. Nasıl bir hınç söz konusu olmalı ki ‘cenazeyi’ unutup histerik bir lince koşabiliyor birileri? Yıllar önce, Taybet Ana’nın cenazesi hâlâ Cizre sokaklarındayken, Ankara’daki bir gerginlikte, sözün bir ağırlığının olabileceği yanılgısına da kapılarak, “Yahu ayıptır! Cenazelerimiz hâlâ yerdeyken utanmıyor musunuz?” gibisinden bir şeyler söylemiştim. Elbette fakiri ciddiye alan çıkmamıştı. Yine pek de ciddiye alınmayacağımı bilerek, bir cenazenin bu kadar da incitilemeyeceğini söylemek, belirli bir anlamda manasız olsa da yine de söylemek… Selaheddin Biyanî’nin şu nefis yazısında aktardığı bir şey vardı: “Bizim aşiretlerinden biri ile Nasturiler arasında kan davası çıkmıştı. Biz onların bir ileri gelenini öldürüp cesedini Zap suyunun kenarında güneşe serdik. Onlar bizim aşiretten birini vurdular ve bir çalı dibine bırakıp üzerini örttüler… Barış görüşmelerinde bunu neden yaptıklarını sorduk! Rahiplerden biri dedi ki: Savaşta bile barışın bütün kapıları kapatılmaz; kapıda küçük de olsa bir aralık bırakmak iki taraf için de olması gerekendir! Bizimle savaşmamak için çok direndiler! Ama fetva vardı; kardeşlerinizi doğrayın diyordu birileri!” Çağımızda yitirilen şey bu ölüm adabıdır. Devletlerin savrulmuş olduğu nekro-politik eksen, Freud’dan ilhamla söylersek, toplumun kendisine de bir tür tanato-politika olarak dönüyor.
Cenaze adabını bu kadar hiçe saymak, üstelik de bir ‘şehit’ figürü söz konusuyken bu kadar hiçe saymak, zaten ancak ‘şehitlik’ olgusu ile mümkün. Egemen ile homo sacer’in ters yüz olmuş bir anlamlama düzeyinde çakışmasına benzer bir biçimde, bu sembolik yapılar içerisinde, kangren halini almış bir iç savaşta ‘şehit’ ile gerilla cenazesi de ters yüz olmuş bir anlamlama düzeyinde çakışıyor. Biri mutlak bir yüceltim yoluyla ölebilir olmaktan çıkarılırken öteki mutlak bir insan-dışılaştırma yoluyla ölebilir olmaktan çıkarılıyor. Her iki durumda da aynı egemen mekanizma çalışıyor: Ölenler ölemiyorlar. Ve tam olarak bu nedenle, durmaksızın ölüm söz konusu olduğu halde ölü yok. Yalnızca cenaze adabını ve erkânını yitirmiş bir ülkede değil, yüceltim ya da insan-dışılaştırma yoluyla ‘cenazelerini’ de kaybetmiş bir ülkede yaşıyoruz artık. Bir türlü kaldırılamayan cenazeler ülkesi…